YORGUN

O sabah her sabahtan farklı okşadı güneş yüzünü, saat henüz erkendi. Nebiha Teyze’den bile erken uyanmıştı, kendiliğinden.. Derin bir nefes aldı aralık pencereden odasına dolan ıhlamur ağaçlarının kokusundan. Bu sabah daha taze kokuyorlardı sanki. Sol yanına döndü yatakta, sıcacıktı. Anlamsız, istemsiz bir gülümseme oluştu yüzünde. Gözü karşı duvarda asılı olan semtinin orta yerindeki tarihi çeşmenin yağlı boya resmine takıldı. Renklerin solukluğu, figürlerin yıpranmışlığı, eski tozlu boyanın dokusundan bir kez daha tarifsiz haz verdi aldı. Bu maziden bugüne hiç tanımadığı milyonlarca insanla hala aynı çeşmeden su içebiliyor olmasının hazzıydı. Yani yaşanmışlıkları paylaşabilmek. O an hüzün sarıldı kalbine; her gün çeşmeye teğet geçen milyonlarca insan farkında bile değildi onun bu duruşunun. Belki çeşmenin yorgunluğunun sebebi de buydu.

Yataktan çıktı, terliklerini giydiğinde duraksadı. İçleri yeni giyilmiş gibi sıcacıktı. Hızlıca önce salona ardından da mutfağa geçti. Senelerdir olduğu gibiydi; yalnızdı. Hüzün ve endişeyle birleşmişti kalbinde, o an çeşme geldi aklına. Kim bilir kaç yüzyıldır sürüyordu onun kalabalıklar içindeki yalnızlığı da. Derinlerine çektiği nefesi yorgunlukla verirsen omuzlarını sallandırdı.

Giyinirken telefonu çaldı, çaldı, çaldı… Yorulunca telefon eline aldı, bakıp hızlıca geri çantasına attı. Saçlarını toplarken aynanın karşısında bir yandan da yüzünü inceliyordu. Gözleri, dudakları, kaşları, çenesi, kulak bitimleri… Çizgileri, kaz ayakları, kırışıklıkları… Sarkmaya yüz tutmuş olduğuna inandığı gıdısı… Aynadaki yansıması giderek buğulanınca hızlı ve derin bir nefes çekti geçmiş zamanı içine hapsetmek ister gibi. Aynanın karşısından kalkarken ensesinden sırtına doğru uzanan ince bir tutam saça takıldı gözü. Geri toplamaya oturduğu an kapı çaldı, omuzları sarkıverdi aşağı. Kapı çalmaya devam ederken kalktı, bir mahkûm gibi ayaklarını sürüyerek gidip açtı kapıyı.

“Evladım neredesin sen dünden beridir? Gece camdan baktım ışık vardı. Geldim kaç kere kapıyı çaldım açmadın. Şu kapı zilini de yaptırsan artık diyorum. Maazallah başına bi iş geldi sandım vallahi!”

Gözleri Nebiha Teyze’nin kapı eşiğine vurduğu kırışık, kuru parmaklarına baktı. Aynadaki yüzü geldi aklına, siniri bozuldu.

“Sana da günaydın Nebiha Teyze. İyiyim gördüğün gibi işte. Işık açık uyuyakalmışım gece.”

Nebiha Teyze’nin şüpheli bakışları üzerinde gezindi.

“Ama gece bire yirmi kala kapanıp üçe çeyrek kala yine yandı. Kapıyı açan da olmayınca hırsız girdiği bile geldi aklıma maazallah maazallah…”

“Benim evde hırsızın işine yarayacak bişey yok Nebiha Teyze merak etme.”

“Kız onu biliyorum herhalde! Sende bişey bulamayınca ne yapacak? Benim kata çıkacak. Ayy maazallah maazallah… Hem sen hem ben sonra aah ah…”

İskelet elleriyle dizlerini döverken, yaşından beklenmeyecek kadar esnek ve seri hareketlerle eğilip kalkan Nebiha Teyze’yi şaşkınlıkla izledi.

“Nebiha Teyze benim işe gitmem gerekiyor, biraz geciktim..”

“Git tabi kızım git. Ama iş güç nereye kadar? Çalışmaktan helak oldun. Bu yaşa geldin bak, hala yalnızs…”

Nebiha Teyze’nin kelimeleri havada çarpıştı, kırıldı, yere saçıldı. Aklına semtinin ortasındaki yalnız, yorgun, yıpranmış çeşme geldi yine.

“Hoşça kal Nebiha Teyze…”

Nebiha Teyze’nin yere düşen kelimeleri, kapanan kapının dışında dağılıp gitti.

Lodosun yüzüne vurmasıyla kendine geldi. Pardesüsünü giyişini, çantasını alıp evden çıkışını hatırlamıyordu. O kadar ki o çıkarken kapı önünde hala konuşmaya devam eden Nebiha Teyze’yi bile fark etmemişti. Düşüncelerini toparlayabilmek için apartmanın önünden sahile adımlarını sayarak yürüdü. 3457, 3458, 3459, 3400… Küçüklükten beri dağıldığında kendini  toparlamak için sayı sayıyordu. Bir an çeşmeyi fark etti, sundurma çatısının altında sigara içip izmaritlerini umarsızca çeşmenin merdivenlerinde söndüren insanlara öfkeyle baktı. Hiç birisi içindeki katıksız cehaletin ve kabalığın farkında değildi. Kalabalık içinde ve rüzgara rağmen yürümeye devam etti. Nefes alış verişi hızlanmıştı, rüzgâr ensesinden sarkan saçlara durmadan yenilerini ekliyordu. O an çeşmenin ardında uzunca saçları yüzünde dalgalanan adamı gördü, gözleri çeşmeyi hayranlık ve özlemle süzüyordu. Kendisi gibi çeşmenin farkında olan birini görmek onu şaşırtmıştı. Daha iyi görebilmek için rüzgarın yüzüne doladığı saçlarını sıyırdı, dikkatle izlerken bakışları adamınkilerle buluştu. Rüzgâr o an sıcacık esmeye başladı. Adama doğru adım atmayı istedi fakat ardından gelen darbeyle savruldu. Ona çarpan kadın duraksamadan yoluna devam etti. Öfkesi yüzünden taşarken kadının ardından bağırdı;

“Yuh! Önüne baksana be! Ne biçin insansın!”

Kadın gözden kaybolurken cümlesi de rüzgârda savrulup gitti. Hemen geriye baktı ama adam ortadan kaybolmuştu. Gözleri onu adamı görebilmek için heyecanla dolaştı etrafı ama nafile. Kafasında soru işaretleri ile deniz motoruna bindi. Üst kata çıktı, sade bir çay söyledi, peşin ödedi. Göz bebeklerinde manzaranın güzelliği ve dinlediği şarkının melodisi bütünleşmişti. Yüzyıllara rağmen var olmaya direnen bu kültür, modernizme inat dimdik ayaktaydı. 

“Hanfendi, geldik. Bi siz kaldınız, motor geri dönecek.”

Mahcup bir kafa hareketi ile toparlanıp hızla motordan indi. “Ev sahibesi yüzünden” yeterince geç kaldığı için hemen bir taksi çevirdi.

“Maslak’a gideceğiz lütfen.”

Taksici bırak cevap vermeyi, kafa bile sallamadı. Anlam veremiyordu insanlar neden bu kadar iletişimsizdi, gün geçtikçe neden, nasıl uzaklaşıyorlardı, yabancılaşıyorlardı birbirlerine. Eskiden güven vardı, bir selam vermek vardı sırf “insan” diye, mahallenin çocuklarına sahip çıkmak vardı aileleri emanet ettiğinde. Sahi acaba ne zaman bu kadar unutmuştuk insan olduğumuzu?

“223,75 TL”

Adamın soğuk sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Cüzdanından 225 TL çıkarıp uzattı. Taksici parayı aldı. Beş saniye süren gergin bekleyişten sonra dikiz aynasında göz göze gelince taksici zoraki sordu.

“Bozuk yok mu abla?”

“Yok?”

“Kusura bakma bende de yok. Helal et.”

Tek kelime etmeden indi taksiden. Kapıyı hızla çarptı, taksi de aynı hızla basıp gitti.

“Helal etmiş… Ne edeceğim sana suratsız herif!”

Söylenerek ofise çıktı. Masasına oturdu. Ofis arkadaşlarına bayılmasa da kimse bunun farkında değildi. Tüm günü masasında geçirdi, üstüne müdürünün verdiği angaryalar da eklenince mesai sıklıkla olduğu gibi kaçınılmaz oldu.

Ofisten çıktığında saat dokuzu geçiyordu. Hava kapanmış, yağmur atıştırmaya başlamıştı. Durağa yürürken telefonu çaldı. Arayanı görünce telefonu susturup çantasına geri attı. Duraktan kalkmak üzere olan otobüse son anda yetişti. Koşmak zorunda kalmaktan hiç hoşlanmıyordu! Saat geç olmasa asla koşmaz sonrakini beklerdi. İşten dönen bir otobüs dolu konserve insanın arasındaki yerini aldı, kendine güçlükle tutunacak bir yer buldu. Otobüsteki herkesin suratı asıktı, istisnasız hepsi mutsuzdu. Kendi içine baktı, mutlu olup olmadığının cevabını bulamadı. O zaman mutlu değildi; yani şayet mutlu değilse bu durumda mutsuz olmalıydı. Sahi mutluluk neydi? Ev ve iş arasında geçen seneler boyunca bunu kendine en son ne zaman sorduğunu hatırlamıyordu. Hatta daha önce bu soruyu hiç sorup sormadığından bile emin değildi! İneceği durağın anonsunu duyunca kapıya ilerlemeye çalıştı. Görünmez gibiydi sanki, kimse yol vermiyor, istifini bozmuyordu. Otobüs durdu, kapı açıldı ama henüz kapıya ulaşamamıştı. Sanki boğazına kadar insan denizine batmış, zorlukla ve büyük güç sarf ederek ilerliyordu. Şoför aynalardan kızgın ve anlamaya çalışır şekilde bakıyordu, inen kimseyi göremeyince sinirlendi.

“Madem inmeyeceksiniz ne diye basarsınız düğmeye arkadaş! Oyuncak mı bu?!”

Bir sonraki durak yürümek için eve çok uzak ve tekinsizdi. Kapıdan dışarı dökülürcesine inerken panikle bağırdı.

“Şoför bey! Bir saniye! İnecek var!”

“Haydi ablacım seni mi beklicez bütün akşam…”

“Yahu müsaade etsenize, zamkla mı yapıştınız az kenara çekilin! Patlama sen de şoför efendi!”

Kendini zorla dışarı atmayı başardı, şoförün ve yolcuların koro halinde söylenmeleri sürerken kapı kapandı ve otobüs hareket etti. Otobüsün ardından bakarken öfkeli birkaç gözle bile kesişti gözleri. Derin bir nefes aldı, verirken omuzları düştü.

Sürüklenen adımlarıyla evine girdi. Henüz üstünü bile çıkaramamışken kapı çaldı, çaresizlik ve bıkkınlıkla toplandı yüzü.

Kapıyı açarken;

“Buyur Nebiha Teyze.”

Nebiha Teyze kuru, dolaşık elleriyle karşısındaydı. Sahi elleri neden bu kadar ilerisindeydi zamanın? Kalın gözlüklerinin ardında zaten büyük olan gözleri daha da büyük görünüyordu. Sanki biraz uzun baksa gözlerine Nebiha Teyze’nin onun düşüncelerini okumasından ürküyordu. Rahatsız edici kontrolcülüğü yanında anlayamadığı bir şefkat seziyordu onda ve sanki Nebiha Teyze onun düşüncelerini okusa üzerinden büyük bir yük kalkacakmış gibi hissediyordu derinde bir yerde ve tüm güvensizliğinin diplerinde. Yoksa bu sadece kendi içinde sakladığı ve günden güne büyüyen anlaşılmak arzusu muydu sadece? An içinde savrulduğu düşüncelerden Nebiha Teyzesinin sesiyle çıktı. 

“Kızım geciktin bugün. Hava da karardı, saat kaç oldu nerelerde kaldın bakiyim? Yine mi mesai yoksa?”

“İşteydim Nebiha Teyze, evet mesaiye kaldım.”

“Ah kız halinle seni bu saate kadar çalıştıran patronun gözü kör olsun! Yavrum çalış çalış nereye kadar? Bak yaşın da geldi geç…”

“Çok yorgunum Nebiha Teyze, dinlenmek istiyorum müsaadenle eğer önemli bir şey yoksa.”

“Ah dinlen tabi kızım dinleen. Bak yalnız beni habersiz bırakma. Seni dün de aradım bugün de, açmadın hiç bir te…”

“Ocakta yemeğim vardı, dibi tutmasın bak koku geldi şimdi. Hadi iyi akşamlar Nebiha Teyze.”

Nebiha Teyze’nin buruk bakışlarının üstüne koca ahşap kapıyı kapatıp arkasına yaslandı. Ev sahibinin uzaklaşan ayak sesleri ve anlamadığı mırıltılarını dinledi. Bu eve ilk taşındığında aralarındaki ilişkinin bu noktaya gelebileceğini hiç düşünmemişti. Belki de kendisi abartıyordu durumu emin değildi, yine de sıkılıyordu. Başlarda hiç kızamıyordu Nebiha Teyze’ye çünkü ölen kızı ile neredeyse yaşıt sayılırdı. Hikayesini dinlemişti, kıyamıyordu ona. Bir kaç tahtasının eksik olduğuna inandığından da kıyamıyordu işte. O da Nebiha Teyzesi de biliyordu kimsesiz olmak ne demekti. Hatırlamak yine canını sıktı…

Parka bakan camının önündeki kanepeye boylu boyunca serildi. Salonun içini karşı binanın tepesindeki sinir bozucu reklam panosu aydınlatıyordu. Renkler evin yüksek duvarlarında birbirlerini kovalarken içerisi zoraki bir parti havasına bürünüyordu her gece. Oysa sakin ve huzurlu bir evi olsun istemişti. Derin bir “ah” çekti ve soluna döndü. Ev kapısın altındaki incecik boşluğa dalmışken gözleri apartman ışığı yandı. İçinden kendisi gibi mesaiye kalan başka birinin daha eve dönüyor olduğunu geçirdi. Yanan ışığı takip eden ayak seslerini bekledi ama ses gelmedi. Işık otomatının bozulmuş olabileceğini düşündü ve ışık sönünce bunu tespit etmiş olmanın komik  gururunu yaşadı.  Bakışları salonda gezinirken ışık kapının altından yeniden içeri süzüldü. Anlamsızca gerilmişti. Dikkatle dinledi fakat yine ayak sesi yoktu. Zaman yavaşlamış gibi hissetti, karşılık verir gibi nefesi de yavaşladı, yattığı yerde usulca doğruldu. O an bir gölge uzadı koridora, yine ayak sesi yoktu. Gölge kısaldı, ikiye bölünüp kapısının önünde dikildi. Kalbi gözbebeklerinde atıyor gibiydi. Ne düşüneceğini, yapacağını bilmiyordu. Nefesini tuttu, bekledi, eşikteki gölgeler de beklediler. Odada koşturan renkli ışıklar bile donmuş zaman durmuştu sanki. Her an kapı çalınacak korkusuyla bekliyordu. Gölge bir an tereddütle geriledi ve duraksadı. Ne kadar bekledi emin değildi ama gölgeler bekledikçe her saniye daha da içeri uzuyorlarmış gibi hissediyordu.

Aniden çalan telefonla yerinden sıçradı; uyanmıştı. Hızla kapı eşiğine baktı, ışık yoktu. Kendini toparlamaya çalışırken telefon çalmaktan yorulup sustu. Saat üçü geçmişti, üstündeki ürpertiyi fark etti. Üstü açık uyuyakaldığı için üşümüştü. Salondan yatak odasına geçerken kapı çalındı, sıkkın şekilde kapıya yürüdü;

“Merak etme Nebiha Teyze ya, ölmedim. Uyuya…”

Kapıda kimse yoktu, koridora bakındı ama kimseyi göremedi. Yerde bir zarfı vardı, gördüğü gibi kapıyı üzerine kapadı. Panik olmuştu, dışarıda fark etmediği biri olabilir miydi? Polisi aramayı düşündü, sonra onlara ne anlatacağını bilemedi. “Alo, imdat kapımda bir zarf var lütfen yardım edin!” Buna kim olsa gülerdi.. Telefonun çalışı geldi aklına, koşup baktı ama hiç çalmamıştı. Bu nasıl mümkündü?! Belki telefon da zarf da rüyanın bir parçasıydı. Banyoya koşup yüzüne sertçe su çarptı ve kapıya geri döndü. 

“Şimdi bu kapıyı açıp bakacağım ve dışarıda hiç bir şey olmadığını göreceğim çünkü sadece aptal bir rüya gördüm ve artık uyanığım.”

Nefes alış verişini kontrol etmeye çalışarak kapıyı açtı ve zarf hala oradaydı! Kapıyı tekrar kapatmak ile zarfı almak arasında sonsuzluk kadar süren bir tereddüt sonrasında panik ve aceleyle zarfı alıp kapıyı kapattı, tüm kilitleri kilitledi. Korkudan elleri delicesine titriyordu. Zarfın üzerinde bir şey yazmıyordu, zorlukla zarfı açtı. Bir not defteri kâğıdına, beklemeyeceği kadar nizami olarak yazılmış tek bir cümle yazılıydı;

“Yorgun değil misin? Tıpkı çeşme gibi…”

Çeşme? Çeşme hakkında kimseyle daha önce konuşmamıştı! Korkusu ve paniği daha da artmıştı. Bir şeyler görme umudu ile pencereye koştu, sokak kedilerinden başka kimse yoktu. Ne yapacağını bilemiyordu, kapı kilitlerini defalarca kontrol etti. Zorlukla kavradığı bardağından birkaç yudum su içemeye çalıştı. Battaniyesini üzerine sarıp koltuğa, tam kapının karşısına oturdu. Eline mutfaktaki en büyük ve ağır tavayı almıştı, gözlerini kapının eşiğinden alamıyordu. Kalbinin sesi duvardaki saatten daha net duyulabiliyordu. Ne kadar olduğunu kestiremediği kadar uzun bir süre sonra gözleri uyku savaşını kaybetti ve oturduğu yerde uyuyakaldı.

Yedide alarmı ve tüm bedenini sarmış ağrılarıyla uyandı. Tepeden tırnağa tutulmuştu ve hiç uyumamış gibi hissediyordu. Güçlükle kalkarken tavaya bastı, sinirlendi. Dün olanların da bir rüya olduğunu düşünmek istedi. Hazırlandı, işe gitmek için evden alelacele çıktı. Ofise girerken, bu sabah ilk defa Nebiha Teyze’nin kapıya gelmediğini fark etti. Bunca yıldır ilk olması aklına tatsız düşünceler getirdi. Masasına oturunca ilk iş Nebiha Teyze’yi aradı ama o ilk kez telefonunu açmamıştı. Bütün günü endişe ve merakla geçirdi. Tüm eklenen angarya işlere rağmen mesai bittiği gibi ofisten çıktı. Eve dönerken her gün durup izlemekten keyif aldığı çeşmeyi bile es geçip gitti.

Eve vardığında kapısında bir not buldu Nebiha Teyze’den; cenazesi vardı, memlekete gitmesi gerekmişti. Bu son derece olağan dışı bir durumdu çünkü öncelikle Nebiha Teyze not yazmazdı. Bu hiç tarzı değildi ve bildiği kadarıyla akrabası da kalmamıştı. Üst kata çıkıp kapısını çaldı ama açan olmadı. Eve inerken aklından dünkü gölgenin Nebiha Teyze’ye ait olabileceği geldi aklına. Fakat o zaman gece bıraktıysa zarfı sabah evden çıkarken nasıl görmemişti? Sahi diğer zarfı da o bırakmış olabilir miydi? İyi de bu hiç Nebiha Teyze’nin tarzı değildi… Geceki not belki de gördüğü rüyanın parçasıydı… Salona koştu, notu sehpanın üzerinde bıraktığı gibi buldu. Beklemediği ve anlam veremediği bir rahatlama hissetti. Notun gerçek olması mı onu rahatlatmıştı yoksa notu yazmış olabilecek kişinin ihtimali mi? Kendini, kendi kendini geçiştirirken yakaladı.. 

“Tabi ki burada, yok olacak hali yok ya!”

O zaman gece kapıdaki kimdi? Canı sıkıldı. Zaten çok çalışıyordu ve işinden nefret ediyordu. Son zamanlarda fazla stresli olduğu için yaşadıklarının hepsini yorgunluk sanrılarına verdi. Sakinleşmek için bir duş aldı, yeşil çay yaptı ve en sevdiği şarkıyı açtı. Battaniyesinin altında, yine kapı eşiğiyle göz göze otururken buldu kendini. Arada apartman ışığı yanıyor, insanlar konuşa gülüşe evlerine çıkıyor, ayak sesleri uzaklaşınca koridor yine eski karanlığına gömülüyordu ve o yine durmadan sayıyordu aralıkları. Apartman ışığının yanması ile insanların seslerini duyması arasında geçen kısacık zaman her seferinde ömür gibi geliyordu. Bitap düşünceye kadar saydı ve sonunda kanepede sızıp kaldı.

——

Gece tuhaf bir rüya gördü. Çeşme başında yüzünü seçemediği o adam rüyasındaydı. Bu sefer çeşmenin önünde ve yüz yüze duruyorlardı ama adamın savrulan saçları yüzünü bu sefer tamamen kapatmıştı. İkisi de tek kelime etmiyordu, sadece duruyorlardı. Bir cesaretle adamın yüzünü görebilmek için saçlarını toparlamayı denedi. Saçları kenara aldıkça azalacağına çoğalıyorlardı sanki. Kadın gittikçe sinirleniyor adam tepkisiz kalıyordu. Sonunda adam kadının ellerini tuttu, göremediği dudaklarına götürdü, öptü. Adamın öpüşü parmaklarından kalbine yankılandı ve sakinleştirdi. Adamın avuçlarındaki ellerine baktı ve uyandı. İçinde o öpücüğün yumuşaklığı dışında bir his bulamadı.

Sabah her zamanki rutininde evden çıktı. Dışarıdaki lodos, çıktığı anda saçlarına dolanıverdi. Lodosun kokusunu oldum olası sevmişti ama burada lodosun kokusu bir başkaydı. Dalgalı, uzun, kestane saçları yüzünü sardı, çantasından zümrüt taşlı tarak tokasını çıkarıp saçlarını toparladı. Toka, büyük büyük annesinin yadigârdı. Saray hanımlarının kullandığı, şık ve kıymetli bir tokaydı, aşkla taşırdı üzerinde. Çok sormuştu ninesine nereden geldiğini ama o kadar yaşlıydı ki, her seferinde masalsı şeyler anlatmıştı ona. Ya da belki anlattıkları ona masal gelmişti. Ninesi tokanın tılsımlı olduğuna inanıyordu. Düşüncelerle dans ederken çeşmenin yanına geldiğini son anda fark etti. Meydan her zamankinden daha da kalabalıktı. İnsanlar rüzgârın getirmekte olduğu yağmurdan evvel gidecekleri yerlere yetişme telaşındaydılar. O hengame içide durdu ve çeşmeyi seyretmeye başladı. Onu seyrettikçe, hayata karşı duracak güç buluyordu içinde. Bu koca çeşme sanki kalbine konuşuyor, güç veriyordu ona. Kulağa deli gibi geldiğini biliyordu ama sanki bu çeşme onu duyuyor, dinliyor, anlıyordu. Sevgi doluyordu her baktığında ona.

Aklına dünkü genç adam geldi. Neden tanıdıkmış gibi bakmıştı ona? Tanıdık ama unutulmuş biri gibi… Göz göze geldikleri yere baktı, o ana geri gidebilecekmiş gibi. Birden arkasında, kendisinden uzunca birinin varlığını hissetti. Soluk alışverişi yavaşladı. Arkasındakinin nefesi saçlarındaymış kadar yakın hissettirdi. Geçmekte olan biri olduğunu umarak bekledi, arkasındaki de bekledi, fark etmemiş gibi çeşmeye bakmaya devam etti görmeden. Bir yanıyla deli gibi korkuyor diğer yanıyla deli gibi merak ediyordu. Adamın ondan bir adım uzaklaştığını hissetti, nefesini tuttu. Nasıl bilmiyordu ama emindi o adam olduğuna. Garip şekilde uzaklaşan adama doğru çekildiğini hissetti ve adamın usulca yaklaşan sesini işitti;

“Bu tokayı sevmene şaşırmadım. O da bu çeşme gibi, tıpkı senin gibi, yorgun ve mağrur…”

Öylesine hızlı döndü ki ardına toka gür saçlarını zapt edemedi. O an, sadece bir saniyeliğine, lodos saçlarını yüzüne savurana kadar göz göze değdiler. Görüşü yeniden açıldığında karşısında kimse yoktu. Etrafa nafile bakındı ve hemen tokasını aramaya başladı ama bulamadı. Belki de o adi adam almıştı! Sözlerinden tokanın antika olduğunu anlamış olduğu belliydi!

“Ne kadar aptalım, kim bilir ne kadar zamandır takip ediyordu beni!”

Gözleri etrafı hırsla tarıyordu. Kendine de en az adama olduğu kadar öfkeliydi. Tokayı bulamayınca çaresiz yoluna devam etti. Ne bastığı yer yoldu ne de gördükleri manzara. Yolda adamın cümlesi yankılanıp durdu kafasında. Ama bir sorun vardı; adamın ses tonunu ne yaparsa yapsın anımsayamıyordu. Gününü, sadece bir saniyeliğine gördüğü adamın gözlerini ve hatırlayamadığı ses tonunu düşünerek geçirdi. Bedeni ofisteydi ama geriye kalandan eser yoktu.

Öğleden sonra bastıran yağmur işten çıkarken hala devam ediyordu. Sokakta herkesle birlikte koşuyordu ıslanmamak için. Çeşmenin yanından etrafı kolaçan ederek geçti.  Saçları suratına yapıştıkça adama öfkesi daha da büyüyordu. Apartmana girdiğinde sırılsıklam olmuştu, koridora adımını attı ama ışık yanmadı. İleri geri yürüdü, kollarını salladı, zıpladı ama nafile! Işık bozulmuştu. “Bir bu eksikti!” diye geçirdi içinden öfkeyle. Telefonunun ışığıyla, söylenerek kapıyı açtı. Eve girdiği gibi kendini kurulamaya koyuldu. Pijamalarının üstüne en uzun, en derin, en sıcak ve en güvenli hırkasını giydi, salona geçip oturdu. Bir yandan kahvesini yudumlayıp diğer yandan da parkta oynayan kedileri seyrederken, iki gündür olan biteni anlamaya çalışıyordu. Sakinleşmişti ve adama eskisi kadar öfke duymuyordu. Tokasının onda olduğuna emindi, yine de gözlerinde garip bir yakınlık hissetmişti ama duruşu dağlar kadar uzaktı. Göz göze gelmeleri tesadüf müydü? Belki de ilk kez o gün fark etmişti ama adam onu çok uzun zamandır izliyordu? Eğer öyleyse bu son derece endişe vericiydi.

“Ya takip ettiyse? Evi, işi biliyorsa ben ne yaparım? Nebiha Teyze de yok. Yokluğuna üzüleceğim de hiç aklıma gelmezdi doğrusu!”

Kalkıp tülün ardından sokağı kolaçan etti uzun uzun, gözleri sokaktaki her detayı süzüyordu. Sonunda yaptığının anlamsızlığına aydı, kafasını dağıtmak için en sevdiği filmlerden birini seçti, papatya çayını alıp izlemeye koyuldu. Filmi izlerken uyuyakaldı. Saat onu geçmişken telefonun sesiyle uyandı.

“Nebiha Teyze?! Ben iyiyim iyiyim sağol, asıl sen nasılsın? Başınız sağolsun… Yapabileceğimi bir şey var mı senin için? … Yok yok merak etme dikkat ediyorum… Bilmiyordum ben akraban olduğunu… Hmm aile dostunuz demek, anladım. Şey, Nebiha Teyze sen ne zaman döneceksin? Salı mı? Anladım, dört gün var yani… Yoo, sadece meraktan sordum bişey yok… Aklın kalmasın senin, merak etme beni. Tamam tamam kalmasın aklın, kilitlerim. Görüşürüz… Sen de…”

Beş senede ilk kez bu kadar zaman Nebiha Teyzesiz kalmıştı ve ona bu kadar alıştığını daha evvel hiç fark etmemişti. Yapayalnız olmaya antremanlı olduğunu sanıyordu ve bu boşluğunu Nebiha Teyze ile doldurduğunun daha önce farkına varamamıştı. Aslında aşırı müdaheleciliği olmasa iyi bir kadındı. Hele sürekli onu evlendirip çocuk yaptırmaya çalışmasa… Gülümsedi. Biraz kaçık da olsa senelerdir daha söylemeden her ihtiyacının farkına varıp yardımına koşuyordu Nebiha Teyze. Ev sahibesi olmasının ötesinde, kocasını ve kızını erken yaşta kaybetmesinden belki, onu kızı gibi seviyordu. Yıllardır birbirlerinden habersiz, birbirlerinin yaralarını sarıyorlardı, sevgi kalbini sardı.

Yatmak için toparlandı. Dişlerini yine uzun uzun fırçaladı. Kendini yeni değiştirdiği nevresimlerin huzur dolu kokusuna bıraktı. Gözleri ağırlaşmıştı ki kapı çaldı; kesik, aralıklı ve kararlı iki vuruş. Kalbi ağzında vardı. Kimdi? Kıpırdamadan bekledi. O kadar uzun bekledi ki rüya gördüğüne ikna oldu ve geri uyumaya karar verdi. Gözlerini yumalı saniyeler olmuştu ki kapı yeniden, aynı kararlılıkla çaldı. Çoktan yataktan fırlamış, kapının arkasında bitivermişti. Korkudan da eline ilk geçeni kapmıştı; pofidik terliği! Kalbi ağzında kapı deliğinden baktı. Dışarıda ne bir ışık ne de kimse vardı.

“Kim var orada?!”

Bozulmayan sessizlik gerginliğini iyice arttırdı. Zincirin ardından, usulca kapıyı araladı, ışık yandı. Koridoru kolaçan ederken yerde parlayan tokasına takıldı gözü. Şok olmuştu! Alelacele zinciri söküp tokayı aldı ve hemen içeri kaçtı. Kapıyı sıkı sıkı kilitledi. Heyecan ve korkudan titreyen ellerindeki tokaya gözleri inanamıyordu. Cama koştu, sokak boştu. Adam onu tanıyor muydu? Yoksa takip mi etmişti? Koltuğa yığılıp kaldı, elindeki tokayı sıkmaktan tenine geçen dişleri ile, nasıl olduysa, oracıkta kendinden geçti ve sızdı.

Sabah yüzüne vuran güneş uyandırdı onu. Oldukça şekilsiz uyuyakaldığı için şiddetli boyun ve sırt ağrısı çekiyordu. Yere düşen tokanın dişlerinin avucunda kıraktığı izler iyice kararmıştı.. Zorlukla duşa soktu kendini. Ruhsuzca giyindi ve her sabah olduğu gibi yine işine gitmek için evden çıktı. Mutsuz, huzursuz, güvensiz hissediyordu. Ofiste zaman nasıl geçti, çevresinde ne oldu bitti zerre farkında değildi. İşten çıktığı gibi Nebiha Teyze’yi aradı. Her zamankinden uzun konuştular. Nebiha Teyze’nin, hiç tanımadığı akrabalarıyla ilgili meselelerini bu defa memnuniyetle dinledi. Ev sahibesi planladığından daha erken döneceğini söylediğinde sevincini gizleyemedi. Telefonu kapattığında çeşmenin önündeydi.

Çeşmenin yanında ilk kez tedirgindi. Sürekli etrafını süzerek ve normalden daha hızlı geçti, apartmana girmeden evvel etrafı üç kez kolaçan etti. Kapısındaki tüm kilitleri defalarca kilitledi. Çantasından tokasını çıkardı sehpaya bıraktı. Kendine atıştırmalık bir şeyler ile yeşil çay hazırladı. Sonra odasına gidip sandıktan, gül ağacından yapılma eski kutuyu çıkardı. İçinden üzerinde silik bir adres ile isminin olduğu zarfı aldı, salona geçti. Zarfı tokanın yanına bıraktı. Bir yudum yeşil çay ile ağzına bir lokma attı. Zarf da mektup gibi sararmış, belki de binlerce kez okunmaktan yıpranmıştı. Lokma ağzında büyüdükçe büyüdü. Zorlukla yuttu. Zarfı bir kez daha açtı. Mektup öyle yorgundu ki bazı kat yerleri koptu kopacak gibi duruyordu. Mürekkebi yer yer dağılmıştı, kelimeler güçlükle seçiliyordu. Yazarken kalemin de yüreğin de titrediği belliydi. Okudukça yüzü daha da asılıyor, gözleri buğulanıyor, zorlukla yutkunuyordu. Sayısız kez okumuş olmasına rağmen ilk kez okuyormuş gibi kalbi eziliyordu. Acısı midesini sıkıştırıp kursağına arka arkaya yumruklar atıyordu. Mektubun sonunda bir kez daha gözyaşları ırmak oldu. Dizlerine sarıldı, saatlerce ağladı ve sonunda gözyaşlarının üzerinde olduğu yerde uyuya kaldı ve uzun zamandır ilk kez bu kadar gerçekçi bir rüya gördü.

Rüyasında, çeşmenin yanındaydı. Hava yumuşaktı ve rüzgâr tatlı bir ılıklıkla sarılıyordy, bu havayı hemen tanıdı. Saçları rüzgârla oynaşıyordu. O adamı gördüğü köşesine koştu çeşmenin. Etrafta ne insan ne başka bir şey vardı. Kuşlar bile saklanmışlardı sanki. Gözleri çeşmeye dalmışken arkasındaki tanıdık hisle irkildi. Bu his bu sefer mutlu etmişti anlam veremediği şekilde. Dönünce yine yüzüne dolandı saçları, toparlanacakken adam evvel davrandı. Usulca parmaklarını geçirdi kadının saçlarına, yer kaydı ayaklarının altından kadının. Sıcacık parmakları ile kadının yüzündeki saçları toparladı. Elleri yüzüne değince sendeledi kadın, parmaklarının arasından kollarına kaymak istedi adamın. Kadının yumuşacık saçlarını ensesine toplayıp tokayı çıkardı cebinden adam, kadının göz bebekleri büyüdü.

Tokayı iliştirirken usulca yaklaştı kadına, başı döndü kadının, düştü adamın göğsüne. Rüzgâr kesildi sandı kadın. Bir küçük balıkçı teknesinin fırtınada limana sığınması gibi güvende hissetti. Mırıldandı;

“Sen… Benim rüzgârım değil limanımmışsın. Kimsin?”

Kolları adamı sardı. Adamın çenesi kadının başına yaslandı, kokusunu çekti içine.

“Rüzgârı takip ettim, bana kokunu getirdi. Yorgunluğunu paylaşmaya geldim.”

Kadının tenini avuçlarıyla sardı, eğildi, sıcacık öptü. O an rüzgâr buz gibi esmeye başladı. Bulutlar kararıp toz bulutları yükseldi. Adam gittikçe uzaklaştı kadından. Uzaklaştıkça rüzgar da yağmur da hızlandı hızlandı…

Titreyerek uyandı. Kanepede açık camdan içeri rüzgarla giren yağmurla ıslanmıştı. Telefona baktı, alarma henüz üç saat vardı. Pencereyi kapatıp ısınmak umuduyla yatağına geçip yorganının altına girdi ama uyuyamadı. Adamın dokunuşu, sıcaklığı aklından çıkmıyordu. Öyle tanıdık öpmüştü ki onu. Sanki hiç anlatmasa adam yine de her şeyi bilecekmiş gibiydi. Gözünü her kapadığında aynı ana gidiyordu. Kimdi, nereden çıkmıştı, ne istiyordu? Bu Nebiha Teyze de neden hala dönmemişti?!

Alarmı çaldığında hala yatakta adamı düşünüyordu. Kalbindeki tuhaf çarpıntı kesilmemişti. Yorgun değil ama keyifsizdi. Alarmı kapatıp iş yerini aradı ve o gün gelemeyeceğini söyledi. Yatakta sol yanına döndü, yanındaki boşluğa baktı, o tarafta uyumazdı hiç. Gayri ihtiyari elini boşluğa uzattı, ılıktı! Bu sefer şaşırmamıştı, sanki bunu uman bir parçası vardı. Pek bayılmasa da ninesi sayesinde esrarengiz hikayelerle büyümüştü ve şu an birinin tam da içindeymiş gibi hissediyordu. Bu meseleyi çözecekti! Hızla hazırlanıp evden çıktı.

Kararlı adımları çeşmeye gelince durdu. Etrafına bakındı, herkes telaş içinde koşturuyordu. Çeşmeyi oldukça iyi gören bir ağacın altındaki bankı fark etti. Sabahın sekiziydi ve bankta oturmuş pürdikkat çeşme etrafında koşturanları inceliyordu. Saçını gelişi güzel toplamış, üzerine de eline ilk ne geçtiyse geçirmişti. O sıra önünden geçen simitçiyi fark etti.

“Simit! Sıcak simit!”

“Hop, simitçi! Dur hele. Bana bi simit versene. Çayın da var mı?”

“Yok abla. Bi tane mi vereyim?”

“Bir bir.. Ee? Hani sıcaktı bu?!”

“Abla dünkü simidi vermedik sana, fırından aldık getirdik…”

“Sıcak simit ne demek yahu? Nesi sıcak bunun, ben daha sıcağım!”

“Simidi Asmaltından alıyoruz abla ne olsun istiyon, fırından çıktığı gibi bu saate kadar olur mu hiç oradan buraya?”

“Bu, yalan beyanını meşru kılıyor yani, he?”

” Abla, sen bugün tersten kalktın herhal…”

Duraksadı. Adamı süzdü, elindeki simide baktı. Simit arabasının camındaki yazıyı okudu; “Simit 1.5TL”. Simitçi bir aslında kendince haklıydı. Sorgulamasının sahteliği ile yüzleşti. 

“Kusura bakma abisi. Bir simit daha ver sen bana.”

Simitçi poşete bir simit daha attı. Parayı alırken arka tarafı işaret etti. 

“Abla, şu arkadaki tezgah çay satar, laf aramızda fena da değildir hani. Sana layık değildir belki ama bu meret de kuru kuru boğazdan gitmez, anlarsın ya..” 

Anlamaz mıydı.. Teşekkür etti. Simitçi nidaları başında uçuşarak uzaklaşırken o gözden kaybolana dek izledi. Arkasına döndü; “Semaver çayı 2TL”. Gülümsedi. Simitlerini banka emanet edip çayını almaya gitti. 

Simitten bir parçayı kendine, üç parçayı güvercinlere pay ediyordu. İlk çayı bitmeden güvencin ordusu içinde kalmıştı. Daha önce güvercinlere hiç bu kadar yakın olmamıştı. Öyle çok ve yakınlardı ki, şehrin sesi susmuş sadece güvencilerin gurultuları sarmıştı etrafını ve huzur… Kimi ayağının dibine kadar sokulmuş, kimi bankta yanına oturmuştu. O banka neden oturduğu bile aklından çıkıp gitmişti. “Çayın bitmiştir abla, buyur…” Şaşkınlık içinde çaycının uzattığı çayı aldı. “Çok teşekkür ederim, nasıl makbule geçti.. Buyur.” Bozuklukları uzattı. Çaydan bir yudum aldı ve dünya öylesine güzelleşti ki. Yüzündeki gülümseme, güvercinleri izledikçe yayılıyordu. Uzun zamandır bu kadar mutlu hissetmediğini fark etti. 

Pardesüsünün fazla geldiğini hissettiğinde saatin on ikiyi geçtiğini fark etti. Neredeyse cebine girecek kadar yamacına yanaşmış güvercinleri rahatsız etmemek için usulca pardesüsünü çıkardı, ardına gelişigüzel iliştirdi. Bir anda oraya neden oturduğu geldi aklına, çeşmeye baktı. Gözleri doğru mu görüyordu?! Adam, karşısına dikilmiş, telefonu ile fotoğraflarını çekiyordu! Adam fark edildiğini anlayınca kadın ile göz göze geldi. Kadın hışımla yerinden kalkınca güvercinler de bir volkan misali havalandılar oldukları yerden. Kanatları minik bir kasırga gibi sardı kadını. Adam onun güvercinler arasından gelişini tedirginlik ve kararsızlıkla izledi. Adama bir adım kala durdu. Öfkeli gözleri adamın şaşkın bakışlarından ayrılmıyordu. Sonsuzluk hissi veren sessizliği adam bozdu; 

“Şey, özür  dilerim hanımefendi, ben izinsiz çektim gibi oldu ama inanın yüzünüz hiç belli olmuyor. Bakın, gösterebilirim isterseniz. 

“Dalga geçiyorsun benimle değil mi?”

“Hanımefendi neden dalga geçeyim sizinle? İnanın bakın..”

“Çek şunu gözümün önünden! Söyle, sen kimsin ve beni neden takip ediyorsun?!”

“Ne takibi? Ben neden takip edeyim ki sizi?! Kim olduğunuzu dahi bilmiyorum. İstanbul’a bile daha dün geldim.”

“Ne demek dün geldim?”

“Haha.. Dün geldim demek, ne olacak başka?”

“Bana yalan söyleme! Uzun zamandır buralarda dolandığını görmediğimi mi sanıyorsun?”

“Beni birisiyle fena şekilde karıştırıyorsunuz korkarım. Bakın bu biletim, dün geceye ait.”

“Bu çeşmenin yanından daha önce geçmedin mi yani?”

“Hayatımda ilk kez görüyorum.”

“Neden?”

“Neden mi? Pardon hanımefendi ama ne için sorguya çekiliyorum acaba? Fotoğraflarsa konu içiniz rahat etsin, siliyorum iyi bakın şimdi gözünüzün önünde!”

Adam seri olarak fotoğrafları silerken kadın adamın gözlerine kenetlenmişti. Acaba hata mı yapmıştı? Karşısında sandığı kişi yok muydu, sadece benzetmiş miydi? Adam fotoğrafları sildiğini kadına gösterdi. 

“Bakın! Sildim işte. Ve hatta çöpten bile sildim, bakın! Yoklar artık içiniz rahat edebilir. Özür dilerim, haklı olabilirsiniz, izin almalıydım ama o kadar uzaktan ben bile tam seçemiyorum, belli olmaz diye düşündüm. Altında oturduğunuz ağacın büyülü bir görüntüsü vardı ve onca güvercinle siz… Amacım rahatsızlık vermek değildi. Hanımefendi? İyi misiniz?”

Kadın yaşadığı duygu fırtınası ile soluk soluğa kalmıştı. Öyle ki bu fırtına gözlerinden taşmak üzereydi. Ne düşüneceğini, hissedeceğini, yapacağını bilemeden adamın önünde dikiliyordu yalnızca. İçinde kopan fırtınanın asıl sebebi neydi? Rezil olması mı yoksa adamın onu tanımamış olma ihtimali mi? Neden bu kadar incinmiş hissediyordu? Kaçamıyordu da! Görünmez bir pranga vurulmuştu ayağına. Sıktığı yumruklarının içinde tırnaklarının acısını hissettikçe dudakları daha da bükülüyordu.

“Hanımefendi..” Adamın eli kadına meyledince kadın sertçe adamın elini tuttu, avucunun içine yüzünü bastırdı. O an rüyasındaki tanıdık hisle sarmalandı. Mekan zaman içinde eriyip bir kaybolmuştu. Adam da donakalmıştı. Bir başka boyutta, yüzü adamın elleri arasında, gözleri buluşmuştu. Evet, o adamdı karşısındaki ve gerçekten farksızdı! Sonra o soğuk rüzgar başladı. Gözlerini açması ile adamdan ayrılması bir oldu. Öyle kaç dakika durduklarından emin değildi. İkisi de şokta gibiydi, ne olduğunu anlayamaz halde ve korkmuş gözlerle birbirlerine kenetlendi bakışları. Gözlerindeki fırtına mahsulünü verdi, damlalar süzülürken geriye çekilmeye başladı. Adamın eli ise havada kalmış, kafası karışmış görünüyordu. Kadına bakışında bariz fark vardı. Sanki bir şey söyleyecekti ama söyleyeceğine kendi bile inanmıyordu. Kadının adımları hızlanırken, “Dur!” diyebildi sadece ardından. 

Kadın eve kadar soluksuz koştu. Fırtınasıyla eve girip kapı arkasına çöktü. İş yerine yarın da işe gidemeyeceğini yazdı. Kafası, ruhu, kalbi karmakarışıktı. Tüm olanlar neydi? Daha önemlisi neden bu kadar kalbi kırık hissediyordu?! Terk edilmişlik hissi tarafından ele geçirilmiş gibiydi. İnsan hiç tanımadığı biri tarafından nasıl terk edilebilirdi ki?! 

Kendini azarladı; “Saçmalama! Toparlan, kendine gel! Neyin var senin? Reglim mi geldi nedir..” Duşa girdi. Bornozu ile yatakta uyuyakalması çok sürmedi..

O gece bir rüya daha gördü. Rüyasında ağacın altındaki bankta oturuyordu. Ağaç bugüne kadar gördüğü en güzel yeşilin rengindeydi ve sanki ışık saçıyordu. Bu tür ağaçlar çiçek açmamasına rağmen ağacın üzerinde daha önce hiç görmediği türden pembe tonlarında çiçekler vardı. Tuhaf şekilde çiçeklerin kendileri de sanki ağaç şeklindeydi. Etrafı sabahki gibi güvercinlerle doluydu ve hepsi rengarenkti! “Bu şüphesiz bir rüya..” diye geçirdi içinden. Hava güneşli olmasına rağmen sıcak değildi. Tatlı esintinin eşliğinde yaprak sesleri güvercin gurultuları ile düet yapıyordu sanki. Omzunda, kafasında, kucağında, avuçlarında ve hatta çıplak ayaklarının parmaklarına dahi güvercinler konmuştu. Sabahki gibi mutluydu. Güvercinler ile koyu bir muhabbetteydi ki yaklaşmakta olan adamı gördü. Adam gülümsüyordu, gelip hemen yanına oturdu. Yan yanaydılar. Aralarında bir güvercin mesafesi bile yoktu. İkisinin de elleri dizleriyle kavuşmuştu. Sükunetle ve gülümseyerek oturmaya devam ettiler. Güvercin sesleri arasında, birbirlerinin gittikçe eş zamanlı hale gelip ehlileşen kalp ritimlerini seçebiliyorlardı. Sessizliğin ahengine kapılmışlardı. Güvercinler heykel misali oturan bu kadın ve erkeğin her yerine tünemişlerdi. Sessizliği adam araladı; 

“Neden kaçtın?” 

“Bilmiyorum.”

“Biliyorsun.” Kadının kafası adama döndü. Doğan güneşin yumuşak ışıklarının adamın yüzünü ne kadar güzel aydınlattığını fark etti. Saçları güneş denizinde dalgalanıyor, gözleri ateş tuğlası gibi kor ve canlı görünüyordu. Bakışları bu kadar kararlı, derini görebilecekmiş hissi veren gözlerle karşılaşmamıştı daha önce. Kimdi bu adam? Nereden gelmişti ve neden sadece rüyalarında gerçekmiş gibiydi? Adam acelesiz, kadına çevirdi kafasını. Buluşunca göz bebekleri büyüdü ikisinin de. Sessizliği yine adam bozdu;

“Seni hatırlamamı bu kadar isterken neden kaçtın benden?” Kızılımsı çömlek rengi gözleri kadının dupduru yüzü ile doluydu. 

“Bilmiyorum…”

“Bildiğini biliyorum, sen de biliyorsun. Kaçma.” Kadının gözleri dizlerinde uzanan ellerine indi. Ellerini besleyen yeşil damarlarındaki kanın vücudunu dolaşmasını düşündü; o hiç farkında olmadan ve hatta hiç hissetmeden yol alan trilyonlarca kan hücresinin hiç yorulup yorulmadığını sordu kendine. Kendisi bile bu kadar yorulmuş iken onlar nasıl yorulmazlardı? Nebiha Teyze’yi düşündü, kuru, ince parmaklarını, kendisinden de çok yaşlanmış ellerini… 

Adam usulca kadının elini kavradı. Sıcaklığı kadının ruhuna yayılırken adamın gözlerine baktı, sanki evlerindeydi ikisi de, su gibi akıyorlardı birbirlerine. Parmakları birbirlerine kenetlenirken;

“Bizden kaçma.” dedi adam. Adamın sesiyle havalandı tüm güvercinler, kaçıştılar. Adamın kararlı elleri kadının yüzüne yayılan saçlarını toparladı. Göz göze geldiklerinde kadın artık gözlerinden süzülenleri tutamıyordu.

“Nasıl yapabileceğimi bilmiyorum.”

Adam eğilip öptü bir kuşun tüyünün tene değmesi gibi usul, yumuşak…

“Hatırlamak için kendine izin ver. Sen hatırladıkça ben de hatırlayacağım ve seni bulacağım yeniden.”

Kadın adamın göğsünde kaybolurken güvercinler etraflarında uçmaya başladılar. Öyle çoklardı ki güneşi kestiler adeta.

Sabah olmuş ve alarm yine çalmıştı. “Artık işe gitmeliyim” diye düşündü. Kalkıp hazırlandı. Evden çıkmak için kapıyı açmıştı ki Nebiha Teyze’yi buldu karşısında. “Nebiha Teyze gelmişsin! Hoşgeldin! ” diye haykırarak boynuna atladı. Yaşlı kadın şaşkınlıktan donakaldı bir kaç saniye, sonra da gülmeye başladı.

“Aman kızım dur, düşcez şimdi gerisin geri! Gece geç geldim

“Haber verseydin keşke seni almaya gelirdim!”

“Sağolasın kızım. Vefat eden aile dostumuzun oğlu getirdi sağolsun beni buraya. O da buralarda yaşıyormuş, cenaze için gelmiş memlekete, dönerken beni de aldı sağolsun.”

“Anladım, iyi olmuş aslında tabi otobüsle daha yorucu olurdu, sevindim.”

“Oldu tabi olmaz mıı.. Hem de pırlanta gibi çocuk, boylu poslu, işinde, tahsilli. Evlilik geçirmiş ama olsun ardında kazıntısı yok.”

“Kazıntı mı?”

“Çoluk çocuk diyorum kızım, çöpsüz üzüm. Nasıl da efendi görsen, yaşı da sana yakın.”

“Nebiha Teyze ne diyosun sen Allah aşkına!? Ben de durdum saf saf dinliyorum seni.”

“Kızım neden öyle diyorsun, bak hayat pat diye geçiveriyor, yaşın da maşallah artık, fena mı? Ben senden bahsettim zaten çocuğa.”

“Ay Nebiha Teyze naptın sen?! Tanımadığım adama rezil ettin beni aşkolsun ya! Bak valla konuşmayı kesicem seninle bu yüzden artık.”

“Aman kızım sana da iyilik yaramıyor ki..”

“Nebiha Teyze, geliyor musun?”

Adamın cümlesi kadının kulaklarında yankılanırken sesin nereden geldiğini idrak etmeye çalışıyordu. “Bu ses!” diye geçirdi içinden. O an merdivenlerden yukarı uzanan kafayı görmesiyle “Hayır!” çığlığı atıp eve kaçması bir oldu.

“Ay noldu kızım iyi misin? Yavrum korkma, sana bahsettiğim arkadaşımın oğlu. Gece geç gelince yorgunlukla salmadım bende yattı. Kızım açsana kapıyı ama ne ayıp…”

“Nebiha Teyze hayırdır ne oldu, gelmedin. Seni hastaneye bıraktıktan sonra eve uğramam lazım ofise geçmeden, çıkalım mı artık?”

Nebiha Teyze çaresizlikle kapanan kapıya baktı. “Çıkalım evladım çıkalım, haydi.”

Onlar merdivenden inerlerken, kapının deliğinden, o tanıdık dalgalı saçlar gözden kaybolana kadar gözetlemeye devam etti. 

 

***devam ediyor.

 

Bir cevap yazın