Spread the love

“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol.

İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.” Şems-i Tebrizii.

Bir dönem “hiç olmak konusu” pek revaçtaydı. Birçok kişi hiçliği yokluğa bağlayıp lokmasız, hırkasız, mekansız ve hatta bakımsız gezer olmuştu. Sırtına çuhasını geçirip yalın ayak insanların karşısına geçen herkes hiçlikten yoklukla bahsedip duruyordu. Kendini dünyadan soyutladıkça ruhunun yükseleceğine inanların sayısı artıkça arttı… Bir müddet sonra bu insanların madde alemine hızlı geri dalışlarını izledik birlikte. Kimi sansasyonel aşklara karıştı, kimi ciddi sağlık sorunları yaşadı, bir kısmı skandallarla anıldı, bazısı maddi güçlükler içine girdi, bazısı da varoluşuyla ilgili büyük sorunlar yaşadı etraflarındakiler vesilesiyle. Özetle dünya ile sınavları büyüdü; yani bir anlamda kaçtıkları tarafından kovalandılar.

Burada size sisteme dair minik bir sır vereyim, neyi uzağa koyarsak onunla imtihan oluruz. Çünkü sistem denge üzerine kuruludur ve denge düz bir çizgi ya da eşitlik manasına her zaman gelmez. Sistemin eşitlik anlayışı bizimki gibi değildir. Sistemde denge, tamamlanma ile çalışır yani bir konuda uca/aşırıya gittiğimizde diğer uç ile tamamlayarak bizi dengeye getirir. Diyelim ki sürekli çalışır haldeyim, koşturmaktan kendime ayıracak vakit bulamıyorum. Sürekli fiziksel ve zihinsel hareket halindeyim, ki bu eril enerjimde aşırıya gittiğim, dişil enerjiyi kullanmayı es geçtiğim anlamına gelir, şayet ben eril enerjimi dişil enerjiyle dengelemezsem yani durup es vermek/dinlenmek/kendime vakit ayırmak yerine koşturma halinde(eril enerjide) kalmaya ısrar eder isem sistem beni dengelemek için benim eril enerjimi düşürecek bir olay getirir başıma. Yani beni yataya, pasife, dişil enerjiye zorla sokar. Bunu da hastalıkla, kayıplarla, kazalarla/aksiliklerle ve benzeri başka negatif olaylarla yapar çünkü negatif dişil, yatay enerjidir. Normalden fazla uyuma ihtiyacımız bile bir uyarıdır bazen. Biz durmayı, es vermeyi öğrendikçe bu ihtiyaçlar ortadan kalkar ya da dönüşür. Özünde sistem için her an bir dengedir, kusursuz bir mekanizma ile durmadan dengeler akışı. Buradaki anahtar bu denge yasasını kendimiz için doğru şekilde kullanabilmektir.

Denge yasasına başka bir yazıda daha detaylı değinebiliriz ama burada küçük bir hap bilgi vermek isterim biraz daha iyi anlaşılması için;

Çubuk şeklinde bir mıknatısınız olduğunu düşünün, bir ucu pozitif ve diğer ucu negatif yüklü. Bu mıknatısı tam ortasından bölsek elimizde bir ucu pozitif ve diğer ucu negatif iki tane mıknatısımız olur. Bu iki mınkatısı da tam ortalarından ikiye bölsek elimizde bir ucu pozitif ve diğer ucu negatif dört tane mıknatısımız olur ve bunu ne kadar çok devam ettirirsek o kadar çok mıknatısımız olur. Peki çubuk mıknatısımızı tam ortasından değil de 1/3 ve 2/3 olarak bölseydik yine bir uçları pozitif ve diğer uçları negatif olur muydu? Evet bu sefer iki tane farklı ebatlarda mıknatısımız olurdu sadece ve bunu istediğimiz kadar çoğaltarak istediğimiz ebatlarda, istediğimiz kadar çok mıknatısımız olurdu. Yani tam ortadan bölmesek dahi elde edeceğimiz mıknatısların hepsi bölmeden önceki mıknatıs kadar mükemmel olacaktır. Ve iki zıt kutup gibi görünen iki ucu kafa kafaya verirseniz birbirini çeker, bir olur, nötrlenir. İşte denge yasası da özetle böyle çalışır. Yeter ki kişi kendi ihtiyacının farkında ve idrakinde olsun.

Şimdi gelelim “hiç” olmak konusuna. Burada önemli nokta denge yasasını iyi anlamaktan geçiyor aslında. İnsanın bulunduğumuz boyuttaki en temel ihtiyacı var olmak. Ben varım diyebilmek için değil mi tüm çabamız? Bir “Ben” geliştirme telaşımız, buradayım, benim de fikrim, görüşüm, inancım, sevdiklerim/sevmediklerim, yaratımlarım var deme şeklimiz değil mi tüm hayatımızı üzerine inşa ettiklerimiz, yeri gelince savunduklarımız? Peki var olurken kendimizi tanımladıklarımız ile ilişkimiz nasıl? Ana rahminden bugünümüze kadar bizimle gelen, gelişen varlığımızdan vazgeçmek mi “hiç olmak” dediğimiz? “Ben” olmaktan vazgeçip “hiç kimse” mi olmalıyız? Cevap tabii ki hayır. İkilik evrenindeki zıtlık sanrımız bize oyun oyuyor zaman zaman bu noktada. Gelin şimdi bunu biraz açarak ikilikten birliğe, varlığımızın birlikteki çeşitliliğinin büyüsüne biraz eğilelim.

Dünya boyutuna bedenlenmiş her maddenin varlığının bu dünya boyutunda olmaktan başka ispata ihtiyacı yoktur. Tebrübe ettiğimiz bu evrende dualite yasası işler. Dualite ikilik demektir ve zıtlık ile benzeştirilir ama aslında aralarında incecik çizgiler vardır. Temelde sistem içinde ne eril dişilin tersidir, ne siyah beyazın ne de pozitif negatifin. Mıknatıs örneğindeki gibi, pozitif ve negatif uçlar birbirlerini çekerler ve birleşirler, bütün olurlar. Diğer yandan aynı kutuplar, pozitif pozitifi ve negatif negatifi zıt yönlere doğru iter, birleşme olmaz. Yani hayatta ittiğimiz ne varsa benzerimiz ve çektiğimiz, arzuladığımız ne varsa bizde olmayandır. Hepimizin var oluşunu da bu iki öğe belirler.  İnsan kendine olmayanları arayarak kendini tamamlamaya yani dengelemeye çalışır, tıpkı denge yasasındaki gibi. Zira evren boşlukları doldurmak üzerine çalışır. Her birimizin “var oluşu” eşsiz ve biricik deneyimlerdir, birbirlerine benzemezler. İnsan olmanın güzelliği de bu çeşitliliğin sonsuzluğudur. Hepimiz biricik deneyim ve var oluşlarımız ile birbirimizin var oluşuna hizmet ederken özünde tek deneyimi yaşamak için bu evrende bedenlendik; İnsan olmak.

“İnsan”. Bu kelimeyi okuduğunuzda zihninizde canlananı biraz düşünmenizi isterim. “İnsan” kelimesi içinde özerklik, cinsiyet, milliyet, ahlak normu, düşünce şekli ve benzeri barındırmayan, çok özel bir kelime. Bu kelimeye layık olabilmek de “Beşer” olduğumuzu kabul etmekten geçiyor. “Beşer” kelime olarak insan derisinin dış yüzleri anlamına geliyor. Yani kabuk, elbise, ambalaj, dışarıdan görünen.. Hani bir söz var ya; İnsan beşer, kuldur şaşar diye. Beşeriz, şaşmamız, yolumuzu bazen kaybetmemiz, kendimizden uzaklaşmamız, bazen takılı kalmalarımız doğaldır. İnsan yaşamında en önemli unsurlardan biri olan kendini bilmek, varoluşunun amaçlarını idrak etmektir. Böylece kendi özümüze inip, içimize döndükçe “İnsan” olmayı deneyimleyebiliriz. Özetle ambalajlardan sıyrılıp içindekilerin faziletine ulaşabildiğimiz derecede kendimiz olmaktan, kendi insanlığımıza geçiş yapmaktan söz edebiliriz.

Yani özetle hiç olmayı yok olmak olarak algılarsak sistem istesek de istemesek de var olmamız için bizi bu dünyaya kökleyecek olaylarla karşılaştırır bizi. Var olmayı dışarıdakilerin/başkalarının beğenisi, onayı, saygısı, sevgisi ve benzeri için giydiğimiz ambalajlardan ibaret sanırsak o ambalajlar ile sınanırız. Her iki senaryo da kendinden uzağa, ikiliğe düşmektir ve sistem bizi bir(ben) olmamız için dengeye getirmeye çalışır.

Hayatımda “hiçlik” bilincinin aslında ne olduğunu idrak ettiğimde belki de en büyük açılımlarımdan birini yaşamıştım ve bu bana sistemin aslında ne kadar sade işlediğini gösterdi. Hiç olmak katıksız, susuz, yeleksiz, imkansız olmak değil idi. “Hiç” olmak tüm sıfat, tanım, rol, rütbe ve benzerlerinden münferit, sade ve yalnızca “insan” olabilmek idi. “İnsan” olabilmek de “hiç” olmak gibi; cinsiyetsiz, yaşsız, akrabalık ve benzeri bağlardan ari, meslek kollarından bağımsız, statü geçirmeyen, dini, dili, ırkı olmayan ve başarmakla yükümlü olduğumuz yegane yolumuz aslında bulunduğumuz şu boyutta. Çünkü varoluşumuzun yegane amacı “insan” olabilmeyi deneyimlemek, kim olduğunu, seni sen yapanları fark etmek, onlarla olan ihtiyaç alışverişini idrak etmek ve onlara sevgiyle sarılabilmek. Yani madde alemini, dünyayı, içinde bulunduğumuz bedeni, yaşadığımız hayatı sevmek ve kabul etmek ile başlayan büyülü bir yolculuk.

Hiç olmak, her zerrenle var olmak demek aslında. Hiç olmayı başararak her şey olmanın kapısından geçmek demek. Hiçlikte kendini kucaklayıp kainatla bir olabilmek, içindeki kainatla birlikte tüm yaradılışa/yaradılanlara, içinde seni yaratana sarılabilmek. Bir olmak, birlik bilincine ulaşmak, hiçliği idrak edebilmek kapısından geçiyor. İşte “İnsan”ın da en temel “sınavı” da bu yaşadığımız boyutta.

Uyanmak meselesi de tümüyle bundan ibaret işte; Hiçlik içinden geçerek varlığa; “Ben”liğimize uyanabilmek..

Haydi uyan ✨

Bir cevap yazın