Spread the love

YORGUN

O sabah her sabahtan farklı okşadı güneş yüzünü, saat henüz erkendi. Nebiha Teyzeden bile erken uyanmıştı. Kendiliğinden. Derin bir nefes aldı aralık pencereden odasına dolan ıhlamur ağaçlarının kokusundan. Bu sabah her sabah olduğundan daha taze kokuyorlardı. Sol yanına döndü yatakta, sıcacıktı. Anlam veremedi, yine de istemsiz bir gülümseme oluştu yüzünde. Gözü karşı duvarda asılı, semtinin orta yerindeki tarihi çeşmenin resmine takıldı. Renklerin solukluğu, figürlerin yıpranmışlığı bir kez daha tarifsiz haz verdi ona. Resmin güzelliğinden öte, maziden bugüne hiç tanımadığı milyonlarca insanla hala aynı çeşmeden su içebiliyor olmasıyd asıl hazzının sebebi. Yani, yaşanmışlıklsrı paylaşabilmek. O an hüzün sarıldı kalbine; her gün çeşmeye teğet geçen milyonlarca insan farkında bile değildi onun güzelliğinin. Belki çeşmenin yorgunluğunun sebebi de buydu.

Yataktan çıktı, terliklerini giydi, duraksadı. İçleri yeni giyilmiş gibi sıcacıktı. Hızlıca önce salona ardından da mutfağa koştu. Senelerdir olduğu gibiydi ev; yalnızdı. Hüzün ve endişe birleşmişti ki kalbinde o an çeşme geldi aklına. Kim bilir kaç yüzyıldır sürüyordu onun kalabalıklar içindeki yalnızlığı da. Derinlerine çektiği nefesle omuzlarını sallandırdı.

Giyinirken telefonu çaldı, çaldı, çaldı. Yorulunca telefon aldı eline, bakıp hızlıca geri çantasına attı. Aynanın karşısında saçlarını toplarken bir yandan da yüzünü inceliyordu. Gözleri, dudakları, kaşları, çenesi… Çizgileri, kaz ayakları, kırışıklıkları… Sarkmaya yüz tutmuş gıdısı… Aynadaki yansıması giderek buğulandı. Hemen derin bir nefes çekti geçmiş zamanı içine hapsetmek ister gibi.

Aynanın karşısından kalkarken ensesinden sırtına sarkan ince bir tutam saça takıldı gözü. Tam geri oturduğu an kapı çaldı. Omuzları sarkıverdi aşağı. Kapı çalmaya devam ederken, bir mahkûm gibi ayaklarını sürüyerek gidip açtı kapıyı.

“Evladım neredesin sen dünden beridir? Gece camdan baktım ışık vardı. Geldim kaç kere kapıyı çaldım açmadın. Maazallah başına bi iş geldi sandım vallahi!”

Gözleri Nebiha Teyze’nin kapı eşiğine vurduğu kırışık, kuru parmaklarına baktı. Aynadaki yüzü geldi aklına, siniri bozuldu.

“Sana da günaydın Nebiha Teyze. İyiyim gördüğün gibi işte. Işık açık uyuyakalmışım gece.”

Nebiha Teyze’nin şüpheli bakışları üzerinde gezindi.

“Ama gece üçte kapanıp dörde çeyrek kala yine yandı. Kapıyı açan da olmayınca hırsız girdiği bile geldi aklıma maazallah maazallah…”

“Benim evde hırsızın işine yarayacak bişey yok Nebiha Teyze merak etme.”

“Kız onu biliyorum herhalde! Sende bişey bulamayınca ne yapacak? Benim kata çıkacak. Ayy maazallah maazallah…”

İskelet elleriyle dizlerini döverken, yaşından beklenmeyecek kadar esnek ve seri hareketlerle eğilip kalkan Nebiha Teyze’yi şaşkınlıkla izledi.

“Nebiha Teyze benim işe gitmem gerekiyor. Geciktim de…”

“Git tabi kızım git. Ama iş güç nereye kadar? Bu yaşa geldin bak, hala yalnız…”

Nebiha Teyze’nin kelimeleri havada çarpıştı, kırıldı, yere saçıldı. Aklına semtinin ortasındaki yalnız, yorgun, yıpranmış çeşme geldi yine.

“Hoşça kal Nebiha Teyze…”

Nebiha Teyze’nin yere düşen sesi, kapanan kapının dışında dağılıp gitti.

Lodosun yüzüne vurmasıyla kendine geldi. Pardesüsünü giyişini, çantasını alıp evden çıkışını hatırlamıyordu. Hatta o çıkarken hala kapı önünde konuşmaya devam eden Nebiha Teyze’yi bile fark etmemişti. Kafasını toparlamak için apartmanın önünden sahile adımlarını sayarak yürüdü. 3457, 3458, 3459, 3400… Birden çeşmeyi fark etti. Çeşmenin altında sigara içip izmaritlerini umarsızca çeşmenin merdivenlerinde söndüren insanlara öfkeyle baktı. Hiç birisi içindeki gerçek cehaletin ve kabalığın farkında değildi.

Nefes alış verişi hızlanmıştı, rüzgâr ensesinden sarkan saçlara durmadan yenilerini ekliyordu. O an çeşmenin ardında uzunca saçları yüzünde dalgalanan adamı gördü, gözleri çeşmeyi hayranlık ve özlemle süzüyordu. Daha iyi görebilmek için rüzgarın yüzüne doladığı saçlarını sıyırdı. Dikkatle izlerken bakışları adamınkilerle buluştu. Rüzgâr o an sıcacık esmeye başladı. Adama doğru adım atacaktı ki ardından gelen darbeyle savruldu. Ona çarpan kadın duraksamadan yoluna devam etti. Öfkesi yüzünden taşarken kadının ardından bağırdı;

“Yuh! Önüne baksana be!”

Cümlesi rüzgârda savrulup gitti. Hemen adamın olduğu tarafa baktı ama kaybolmuştu. Görebilmek için heyecanla dolaştı etrafı gözleri ama nafile… Kafasındaki soru işaretleri ile deniz motoruna bindi. Üst kata çıktı, sade bir çay söyledi, peşin ödedi. Göz bebeklerinde, manzaranın güzelliği ve dinlediği şarkının melodisi bütünleşmişti. Yüzyıllara rağmen zamana direnen imparatorluk, modernizme inat dimdik ayaktaydı. 

“Hanfendi, geldik. Bi siz kaldınız inmeyen.”

Mahcup bir kafa hareketi ile hızla toparlanıp indi, ev sahibesi yüzünden yeterince geç kaldığı için hemen bir taksi çevirdi.

“Maslak’a gideceğiz.”

Taksici bırak cevap vermeyi, kafa bile sallamadı. Anlam veremiyordu insanlar neden bu kadar iletişimsizdi, gün geçtikçe nasıl uzaklaşıyorlardı, yabancılaşıyorlardı birbirlerine. Eskiden güven vardı, tanımadığımız insana bile, bir selam vermek vardı sırf “insan” diye, mahallenin çocuklarına sahip çıkmak vardı aileleri etrafta yokken. Sahi acaba ne zaman bu kadar kaybetmiştik insanlığımızı?

“23,75 TL”

Adamın soğuk sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Cüzdanından 25 TL çıkarıp uzattı. Taksici parayı aldı. Beş saniye süren gergin bekleyişten sonra dikiz aynasında göz göze gelince taksici zoraki sordu.

“Bozuk yok mu abla?”

“Yok.”

“Kusura bakma bende de yok. Helal et.”

Tek kelime etmeden indi taksiden. Kapıyı hızla çarptı, taksi de aynı hızla basıp gitti.

“Helal etmiş… Ne edeceğim sana suratsız herif!”

Söylenerek ofise çıktı. Masasına oturdu. Ofis arkadaşları ile arası çok iyi olmasa da hiç kimse bunun farkında değildi. Bütün gününü masasında geçirdi, üstüne patronun verdiği angaryalar da eklenince mesai şart oldu. Ofisten çıktığında saat dokuzu geçiyordu. Hava kapanmış, yağmur atıştırmaya başlamıştı.

Durağa yürürken telefonu çaldı. Arayanı görünce telefonu susturup çantasına geri attı. Duraktan kalkmak üzere olan otobüse son anda yetişti. Koşmak zorunda kalmaktan hiç hoşlanmıyordu! Saat geç olmasa hayatta koşmaz sonrakini beklerdi. İşten dönen bir otobüs dolu insanın arasındaki yerini aldı, kendine güçlükle tutunacak bir yer buldu. Otobüsteki herkesin suratı asıktı, istisnasız hepsi mutsuzdu. Kendi içine baktı, mutlu olup olmadığını bilmiyordu. O zaman mutlu değildi, yani madem mutlu değildi, bu durumda mutsuz olmalıydı. Ev ve iş arasında geçen onca senede bunu kendine en son ne zaman sorduğunu hatırlamıyordu. Hatta daha önce bu soruyu hiç sorup sormadığından bile emin değildi! Durağının anonsunu duyunca kapıya ilerlemeye çalıştı. Görünmez gibiydi sanki, kimse yol vermiyor, istifini bozmuyordu. Otobüs durdu, kapı açıldı ama henüz merdivenlere bile ulaşamamıştı. Boğazına kadar insan denizine batmış gibi zorlukla ve büyük güç sarf ederek ilerliyordu. Şoför aynalardan kızgın ve anlamaya çalışır şekilde baktı, inen kimseyi göremeyince sinirlendi.

“Madem inmeyeceksiniz ne diye basarsınız düğmeye arkadaş! Oyuncak mı bu?!”

Bir sonraki durak yürümek için eve çok uzak ve tekinsizdi. Merdivenlerden düşer gibi inerken panikle bağırdı.

“Şoför bey! Bir saniye! İnecek var!”

“Haydi ablacım seni mi bekleyeceğiz bütün akşam…”

“Yahu bi müsaade etsenize, zamkla mı yapıştınız az kenara çekilin! Patlama sen de şoför efendi!”

Kendini zorla dışarı atabildi. Şoförün ve yolcuların koro halinde söylenmeleri sürerken kapı kapandı ve otobüs hareket etti. Otobüsün ardından bakarken öfkeli birkaç gözle bile kesişti gözleri. Derin bir nefes aldı, verirken omuzları düştü. Sürüklenen adımlarıyla evine girdi. Henüz üstünü bile çıkaramamışken kapı çaldı, çaresizlik ve bıkkınlıkla toplandı yüzü.

Kapıyı açarken;

“Buyur Nebiha Teyze.”

“Kızım geciktin bugün. Hava da karardı, saat kaç oldu nerelerde kaldın bakiyim?”

“İşteydim Nebiha Teyze, mesaiye kaldım.”

“Ah kız halinle seni bu saate kadar çalıştıran patronun gözü kör olsun! Yavrum çalış çalış nereye kadar? Bak yaşın da…”

“Çok yorgunum Nebiha Teyze, dinlenmek istiyorum önemli bir şey yoksa.”

“Dinlen tabi kızım dinleen. Bak yalnız habersiz bırakma beni. Hem seni dün de aradım bugün de, açmadın hi…”

“Ocakta yemek vardı, dibi tutmasın. İyi akşamlar Nebiha Teyze.”

Kapıyı kapatıp arkasına yaslandı, ev sahibinin uzaklaşan ayak sesleri ve söylenmelerini dinledi. İlk taşındığında durumun bu noktaya gelebileceğini hiç düşünmemişti. Belki de o abartıyordu durumu emin değildi. Başlarda hiç kızamıyordu Nebiha Teyze’ye çünkü ölen kızı ile neredeyse yaşıt sayılırdı. Hikayesini dinlemişti, kıyamıyordu ona. Bir kaç tahtası eksik de olsa kıyamıyordu işte. O da biliyordu kimsesiz olmak ne demekti. Hatırlamak yine canını sıktı… Parka bakan camın önündeki kanepeye boylu boyunca serildi. Odayı, karşı binanın tepesindeki sinir bozucu reklam panosu aydınlatıyordu. Renkler evin duvarlarında birbirlerini kovalarken oda parti havasına bürünüyordu her gece. Oysa ne kadar sakin ve huzurlu bir evi olsun istemişti. Derin bir “ah” çekti ve soluna döndü. Evin kapısın altındaki incecik boşluğa dalmışken gözleri apartman koridorunun ışığı yandı. İçinden, kendisi gibi mesaiye kalan başka birinin daha olduğunu geçirdi. Yanan ışığı takip edecek ayak seslerini bekledi ama ses gelmedi. Işık otomatının bozulmuş olabileceği geldi aklına sonra, ışık hemen sönünce tespitinde haklı olduğuna komik bir gururla inandı. Bakışları salonda gezinirken kapının altından ışık yeniden süzüldü içeri. Anlamsızca heyecanlanmıştı. Dikkatle dinledi; yine ayak sesi yoktu. Zaman yavaşlamış gibiydi, karşılık verir gibi nefesi de yavaşladı. O an bir gölge uzadı koridorda ama yine ayak sesi yoktu. Gölge kısaldı, ikiye bölünüp kapısının önünde dikildi. Nefesini tuttu, bekledi, kapı eşiğindeki gölgeler de beklediler. Odaya dolan ışıklar bile donmuş, zaman durmuştu sanki. Her an kapı çalınacak gibiydi, gölge bir an tereddütle geriledi, duraksadı. Gölgeler, bekledikçe her saniye daha da içeri uzuyorlarmış hissi yaratıyordu onda. Aniden çalan telefonla yerinden sıçradı.

Uyanmıştı. Hemen kapı eşiğine baktı, ışık yoktu. Kendini toparlamaya çalışırken telefon çalmaktan yoruldu ve sustu. Saat üçü geçmişti. Ürperdi; üstü açık uyuyakaldığı için üşümüştü. Yatak odasına geçerken kapı çalındı. Sıkkın şekilde kapıya yürüdü;

“Merak etme Nebiha Teyze ya, ölmedim. Uyuya…”

Kapıda kimse yoktu. Koridora bakındı, kimseyi göremedi. Yerdeki zarfı fark etti. Hemen alıp içeri kaçtı. Zarfın üzerinde bir şey yazmıyordu. Koşup telefonuna baktı, hiç çalmamıştı. Bu nasıl mümkündü? Alelacele zarfı açtı. Bir not defteri kâğıdına yazılmış tek bir cümle vardı;

“Yorgun değil misin? Tıpkı çeşme gibi…”

Hızla pencereye koştu, sokak kedilerinden başka kimse yoktu. Ne yapacağını bilemedi, kapısını defalarca kilitledi. Titreyen elleriyle birkaç yudum su içemeye çalıştı, battaniyesini alıp koltuğa, tam kapının karşısına oturdu. Gözlerini kapının eşiğinden alamıyordu. Kalbinin sesini duvardaki saatten daha net duyulabiliyordu. Uzun süre oturduktan sonra gözleri uyku savaşını kaybetti ve oturduğu yerde uyuyakaldı.

Yedide çalan alarm ve ağrılarla uyandı. Her yeri tutulmuştu ve hiç uyumamış gibi hissediyordu. Güçlükle hazırlandı, işe gitmek için evden alelacele çıktı. Ofise girerken, bu sabah ilk defa Nebiha Teyze’nin kapıya gelmediğini fark etti. Bunca yıldır ilk olması aklına bir sürü tatsız düşünde getirdi. O kadar ki masasına oturunca ilk iş Nebiha Teyze’yi aradı ama Nebiha Teyze ilk kez telefonunu açmamıştı. Bütün günü endişe ve merakla geçirdi, mesai bittiği gibi ofisten çıktı. Eve dönerken her gün durup izlediği çeşmeyi bile es geçti. Eve vardığında kapısında bir not buldu Nebiha Teyze’den; cenazesi vardı, memlekete gitmişti. Bu olağan dışı bir durumdu çünkü öncelikle Nebiha Teyze not yazmazdı, hiç tarzı değildi ve bildiği kadarıyla akrabası da kalmamıştı. Yukarı çıkıp kapısını çaldı ama açan olmadı. Eve inerken aklından dünkü gölgenin Nebiha Teyze’ye ait olabileceği geldi aklına. Ama o zaman zarfı gece bıraktıysa sabah evden çıkarken nasıl görmemişti? Sahi diğer zarfı da o bırakmış olabilir miydi? O da hiç Nebiha Teyze’nin tarzı değildi… Acaba not hala bıraktığı yerde miydi? Hızla salona geçti, notu sehpanın üzerinde bıraktığı gibi buldu. Beklemediği bir rahatlama hissetti.

“Aklımı kaçırıyorum galiba. Tabi ki burada, yok olacak hali yok ya!”

O zaman gece kapıdaki kimdi? Canı sıkıldı, sakinleşmek için duşa girdi, yeşil çay yaptı ve en sevdiği şarkıyı açtı. Battaniyesinin altında, yine kapı eşiğiyle göz göze oturdu. Arada apartman ışığı yanıyor, insanlar konuşa gülüşe evlerine çıkıyor, ayak sesleri uzaklaşınca koridor yine eski karanlığına gömülüyordu. Apartman ışığının yanması ile insanların seslerini duyması arasında geçen kısacık zaman her seferinde ömür gibi geliyordu. İzlemekten bitap düşünce sızıp kaldı ve o geceyi de kanepede geçirdi.

Gece tuhaf bir rüya gördü. Çeşme başında yüzünü seçemediği o adam rüyasındaydı. Bu sefer çeşmenin önünde ve yüz yüze duruyorlardı ama adamın savrulan saçları yüzünü bu sefer tamamen kapatmıştı. İkisi de tek kelime etmiyordu, sadece duruyorlardı. Bir cesaretle adamın yüzünü görebilmek için saçlarını toparlamayı denedi. Saçları kenara aldıkça azalacağına çoğalıyorlardı sanki. Kadın gittikçe sinirleniyor adam tepkisiz kalıyordu. Sonunda adam kadının ellerini tuttu, göremediği dudaklarına götürdü, öptü. Adamın öpüşü parmaklarından kalbine yankılandı ve sakinleştirdi. Adamın avuçlarındaki ellerine baktı ve uyandı. İçinde o öpücüğün yumuşaklığı dışında bir his bulamadı.

Sabah her zamanki rutininde evden çıktı. Dışarıdaki lodos, çıktığı anda saçlarına dolanıverdi. Lodosun kokusunu oldum olası sevmişti ama burada lodosun kokusu bir başkaydı. Dalgalı, uzun, kestane saçları yüzünü sardı, çantasından zümrüt taşlı tarak tokasını çıkarıp saçlarını toparladı. Toka, büyük büyük annesinin yadigârdı. Saray hanımlarının kullandığı, şık ve kıymetli bir tokaydı, aşkla taşırdı üzerinde. Çok sormuştu ninesine nereden geldiğini ama o kadar yaşlıydı ki, her seferinde masalsı şeyler anlatmıştı ona. Ya da belki anlattıkları ona masal gelmişti. Ninesi tokanın tılsımlı olduğuna inanıyordu. Düşüncelerle dans ederken çeşmenin yanına geldiğini son anda fark etti. Meydan her zamankinden daha da kalabalıktı. İnsanlar rüzgârın getirmekte olduğu yağmurdan evvel gidecekleri yerlere yetişme telaşındaydılar. O hengame içide durdu ve çeşmeyi seyretmeye başladı. Onu seyrettikçe, hayata karşı duracak güç buluyordu içinde. Bu koca çeşme sanki kalbine konuşuyor, güç veriyordu ona. Kulağa deli gibi geldiğini biliyordu ama sanki bu çeşme onu duyuyor, dinliyor, anlıyordu. Sevgi doluyordu her baktığında ona.

Aklına dünkü genç adam geldi. Neden tanıdıkmış gibi bakmıştı ona? Tanıdık ama unutulmuş biri gibi… Göz göze geldikleri yere baktı, o ana geri gidebilecekmiş gibi. Birden arkasında, kendisinden uzunca birinin varlığını hissetti. Soluk alışverişi yavaşladı. Arkasındakinin nefesi saçlarındaymış kadar yakın hissettirdi. Geçmekte olan biri olduğunu umarak bekledi, arkasındaki de bekledi, fark etmemiş gibi çeşmeye bakmaya devam etti görmeden. Bir yanıyla deli gibi korkuyor diğer yanıyla deli gibi merak ediyordu. Adamın ondan bir adım uzaklaştığını hissetti, nefesini tuttu. Nasıl bilmiyordu ama emindi o adam olduğuna. Garip şekilde uzaklaşan adama doğru çekildiğini hissetti ve adamın usulca yaklaşan sesini işitti;

“Bu tokayı sevmene şaşırmadım. O da bu çeşme gibi, tıpkı senin gibi, yorgun ve mağrur…”

Öylesine hızlı döndü ki ardına toka gür saçlarını zapt edemedi. O an, sadece bir saniyeliğine, lodos saçlarını yüzüne savurana kadar göz göze değdiler. Görüşü yeniden açıldığında karşısında kimse yoktu. Etrafa nafile bakındı ve hemen tokasını aramaya başladı ama bulamadı. Belki de o adi adam almıştı! Sözlerinden tokanın antika olduğunu anlamış olduğu belliydi!

“Ne kadar aptalım, kim bilir ne kadar zamandır takip ediyordu beni!”

Gözleri etrafı hırsla tarıyordu. Kendine de en az adama olduğu kadar öfkeliydi. Tokayı bulamayınca çaresiz yoluna devam etti. Ne bastığı yer yoldu ne de gördükleri manzara. Yolda adamın cümlesi yankılanıp durdu kafasında. Ama bir sorun vardı; adamın ses tonunu ne yaparsa yapsın anımsayamıyordu. Gününü, sadece bir saniyeliğine gördüğü adamın gözlerini ve hatırlayamadığı ses tonunu düşünerek geçirdi. Bedeni ofisteydi ama geriye kalandan eser yoktu.

Öğleden sonra bastıran yağmur işten çıkarken hala devam ediyordu. Sokakta herkesle birlikte koşuyordu ıslanmamak için. Çeşmenin yanından etrafı kolaçan ederek geçti.  Saçları suratına yapıştıkça adama öfkesi daha da büyüyordu. Apartmana girdiğinde sırılsıklam olmuştu, koridora adımını attı ama ışık yanmadı. İleri geri yürüdü, kollarını salladı, zıpladı ama nafile! Işık bozulmuştu. “Bir bu eksikti!” diye geçirdi içinden öfkeyle. Telefonunun ışığıyla, söylenerek kapıyı açtı. Eve girdiği gibi kendini kurulamaya koyuldu. Pijamalarının üstüne en uzun, en derin, en sıcak ve en güvenli hırkasını giydi, salona geçip oturdu. Bir yandan kahvesini yudumlayıp diğer yandan da parkta oynayan kedileri seyrederken, iki gündür olan biteni anlamaya çalışıyordu. Sakinleşmişti ve adama eskisi kadar öfke duymuyordu. Tokasının onda olduğuna emindi, yine de gözlerinde garip bir yakınlık hissetmişti ama duruşu dağlar kadar uzaktı. Göz göze gelmeleri tesadüf müydü? Belki de ilk kez o gün fark etmişti ama adam onu çok uzun zamandır izliyordu? Eğer öyleyse bu son derece endişe vericiydi.

“Ya takip ettiyse? Evi, işi biliyorsa ben ne yaparım? Nebiha Teyze de yok. Yokluğuna üzüleceğim de hiç aklıma gelmezdi doğrusu!”

Kalkıp tülün ardından sokağı kolaçan etti uzun uzun, gözleri sokaktaki her detayı süzüyordu. Sonunda yaptığının anlamsızlığına aydı, kafasını dağıtmak için en sevdiği filmlerden birini seçti, papatya çayını alıp izlemeye koyuldu. Filmi izlerken uyuyakaldı. Saat onu geçmişken telefonun sesiyle uyandı.

“Nebiha Teyze?! Ben iyiyim iyiyim sağol, asıl sen nasılsın? Başınız sağolsun… Yapabileceğimi bir şey var mı senin için? … Yok yok merak etme dikkat ediyorum… Bilmiyordum ben akraban olduğunu… Hmm aile dostunuz demek, anladım. Şey, Nebiha Teyze sen ne zaman döneceksin? Salı mı? Anladım, dört gün var yani… Yoo, sadece meraktan sordum bişey yok… Aklın kalmasın senin, merak etme beni. Tamam tamam kalmasın aklın, kilitlerim. Görüşürüz… Sen de…”

Beş senede ilk kez bu kadar zaman Nebiha Teyzesiz kalmıştı ve ona bu kadar alıştığını daha evvel hiç fark etmemişti. Yapayalnız olmaya antremanlı olduğunu sanıyordu ve bu boşluğunu Nebiha Teyze ile doldurduğunun daha önce farkına varamamıştı. Aslında aşırı müdaheleciliği olmasa iyi bir kadındı. Hele sürekli onu evlendirip çocuk yaptırmaya çalışmasa… Gülümsedi. Biraz kaçık da olsa senelerdir daha söylemeden her ihtiyacının farkına varıp yardımına koşuyordu Nebiha Teyze. Ev sahibesi olmasının ötesinde, kocasını ve kızını erken yaşta kaybetmesinden belki, onu kızı gibi seviyordu. Yıllardır birbirlerinden habersiz, birbirlerinin yaralarını sarıyorlardı, sevgi kalbini sardı.

Yatmak için toparlandı. Dişlerini yine uzun uzun fırçaladı. Kendini yeni değiştirdiği nevresimlerin huzur dolu kokusuna bıraktı. Gözleri ağırlaşmıştı ki kapı çaldı; kesik, aralıklı ve kararlı iki vuruş. Kalbi ağzında vardı. Kimdi? Kıpırdamadan bekledi. O kadar uzun bekledi ki rüya gördüğüne ikna oldu ve geri uyumaya karar verdi. Gözlerini yumalı saniyeler olmuştu ki kapı yeniden, aynı kararlılıkla çaldı. Çoktan yataktan fırlamış, kapının arkasında bitivermişti. Korkudan da eline ilk geçeni kapmıştı; pofidik terliği! Kalbi ağzında kapı deliğinden baktı. Dışarıda ne bir ışık ne de kimse vardı.

“Kim var orada?!”

Bozulmayan sessizlik gerginliğini iyice arttırdı. Zincirin ardından, usulca kapıyı araladı, ışık yandı. Koridoru kolaçan ederken yerde parlayan tokasına takıldı gözü. Şok olmuştu! Alelacele zinciri söküp tokayı aldı ve hemen içeri kaçtı. Kapıyı sıkı sıkı kilitledi. Heyecan ve korkudan titreyen ellerindeki tokaya gözleri inanamıyordu. Cama koştu, sokak boştu. Adam onu tanıyor muydu? Yoksa takip mi etmişti? Koltuğa yığılıp kaldı, elindeki tokayı sıkmaktan tenine geçen dişleri ile, nasıl olduysa, oracıkta kendinden geçti ve sızdı.

Sabah yüzüne vuran güneş uyandırdı onu. Oldukça şekilsiz uyuyakaldığı için şiddetli boyun ve sırt ağrısı çekiyordu. Yere düşen tokanın dişlerinin avucunda kıraktığı izler iyice kararmıştı.. Zorlukla duşa soktu kendini. Ruhsuzca giyindi ve her sabah olduğu gibi yine işine gitmek için evden çıktı. Mutsuz, huzursuz, güvensiz hissediyordu. Ofiste zaman nasıl geçti, çevresinde ne oldu bitti zerre farkında değildi. İşten çıktığı gibi Nebiha Teyze’yi aradı. Her zamankinden uzun konuştular. Nebiha Teyze’nin, hiç tanımadığı akrabalarıyla ilgili meselelerini bu defa memnuniyetle dinledi. Ev sahibesi planladığından daha erken döneceğini söylediğinde sevincini gizleyemedi. Telefonu kapattığında çeşmenin önündeydi.

Çeşmenin yanında ilk kez tedirgindi. Sürekli etrafını süzerek ve normalden daha hızlı geçti, apartmana girmeden evvel etrafı üç kez kolaçan etti. Kapısındaki tüm kilitleri defalarca kilitledi. Çantasından tokasını çıkardı sehpaya bıraktı. Kendine atıştırmalık bir şeyler ile yeşil çay hazırladı. Sonra odasına gidip sandıktan, gül ağacından yapılma eski kutuyu çıkardı. İçinden üzerinde silik bir adres ile isminin olduğu zarfı aldı, salona geçti. Zarfı tokanın yanına bıraktı. Bir yudum yeşil çay ile ağzına bir lokma attı. Zarf da mektup gibi sararmış, belki de binlerce kez okunmaktan yıpranmıştı. Lokma ağzında büyüdükçe büyüdü. Zorlukla yuttu. Zarfı bir kez daha açtı. Mektup öyle yorgundu ki bazı kat yerleri koptu kopacak gibi duruyordu. Mürekkebi yer yer dağılmıştı, kelimeler güçlükle seçiliyordu. Yazarken kalemin de yüreğin de titrediği belliydi. Okudukça yüzü daha da asılıyor, gözleri buğulanıyor, zorlukla yutkunuyordu. Sayısız kez okumuş olmasına rağmen ilk kez okuyormuş gibi kalbi eziliyordu. Acısı midesini sıkıştırıp kursağına arka arkaya yumruklar atıyordu. Mektubun sonunda bir kez daha gözyaşları ırmak oldu. Dizlerine sarıldı, saatlerce ağladı ve sonunda gözyaşlarının üzerinde olduğu yerde uyuya kaldı ve uzun zamandır ilk kez bu kadar gerçekçi bir rüya gördü.

Rüyasında, çeşmenin yanındaydı. Hava yumuşaktı ve rüzgâr tatlı bir ılıklıkla sarılıyordy, bu havayı hemen tanıdı. Saçları rüzgârla oynaşıyordu. O adamı gördüğü köşesine koştu çeşmenin. Etrafta ne insan ne başka bir şey vardı. Kuşlar bile saklanmışlardı sanki. Gözleri çeşmeye dalmışken arkasındaki tanıdık hisle irkildi. Bu his bu sefer mutlu etmişti anlam veremediği şekilde. Dönünce yine yüzüne dolandı saçları, toparlanacakken adam evvel davrandı. Usulca parmaklarını geçirdi kadının saçlarına, yer kaydı ayaklarının altından kadının. Sıcacık parmakları ile kadının yüzündeki saçları toparladı. Elleri yüzüne değince sendeledi kadın, parmaklarının arasından kollarına kaymak istedi adamın. Kadının yumuşacık saçlarını ensesine toplayıp tokayı çıkardı cebinden adam, kadının göz bebekleri büyüdü.

Tokayı iliştirirken usulca yaklaştı kadına, başı döndü kadının, düştü adamın göğsüne. Rüzgâr kesildi sandı kadın. Bir küçük balıkçı teknesinin fırtınada limana sığınması gibi güvende hissetti. Mırıldandı;

“Sen… Benim rüzgârım değil limanımmışsın. Kimsin?”

Kolları adamı sardı. Adamın çenesi kadının başına yaslandı, kokusunu çekti içine.

“Rüzgârı takip ettim, bana kokunu getirdi. Yorgunluğunu paylaşmaya geldim.”

Kadının tenini avuçlarıyla sardı, eğildi, sıcacık öptü. O an rüzgâr buz gibi esmeye başladı. Bulutlar kararıp toz bulutları yükseldi. Adam gittikçe uzaklaştı kadından. Uzaklaştıkça rüzgar da yağmur da hızlandı hızlandı…

Titreyerek uyandı. Kanepede açık camdan içeri rüzgarla giren yağmurla ıslanmıştı. Telefona baktı, alarma henüz üç saat vardı. Pencereyi kapatıp ısınmak umuduyla yatağına geçip yorganının altına girdi ama uyuyamadı. Adamın dokunuşu, sıcaklığı aklından çıkmıyordu. Öyle tanıdık öpmüştü ki onu. Sanki hiç anlatmasa adam yine de her şeyi bilecekmiş gibiydi. Gözünü her kapadığında aynı ana gidiyordu. Kimdi, nereden çıkmıştı, ne istiyordu? Bu Nebiha Teyze de neden hala dönmemişti?!

Alarmı çaldığında hala yatakta adamı düşünüyordu. Kalbindeki tuhaf çarpıntı kesilmemişti. Yorgun değil ama keyifsizdi. Alarmı kapatıp iş yerini aradı ve o gün gelemeyeceğini söyledi. Yatakta sol yanına döndü, yanındaki boşluğa baktı, o tarafta uyumazdı hiç. Gayri ihtiyari elini boşluğa uzattı, ılıktı! Bu sefer şaşırmamıştı, sanki bunu uman bir parçası vardı. Pek bayılmasa da ninesi sayesinde esrarengiz hikayelerle büyümüştü ve şu an birinin tam da içindeymiş gibi hissediyordu. Bu meseleyi çözecekti! Hızla hazırlanıp evden çıktı.

Kararlı adımları çeşmeye gelince durdu. Etrafına bakındı, herkes telaş içinde koşturuyordu. Çeşmeyi oldukça iyi gören bir ağacın altındaki bankı fark etti. Sabahın sekiziydi ve bankta oturmuş pürdikkat çeşme etrafında koşturanları inceliyordu. Saçını gelişi güzel toplamış, üzerine de eline ilk ne geçtiyse geçirmişti. O sıra önünden geçen simitçiyi fark etti.

“Simit! Sıcak simit!”

“Hop, simitçi! Dur hele. Bana bi simit versene. Çayın da var mı?”

“Yok abla. Bi tane mi vereyim?”

“Bir bir.. Ee? Hani sıcaktı bu?!”

“Abla dünkü simidi vermedik sana, fırından aldık getirdik…”

“Sıcak simit ne demek yahu? Nesi sıcak bunun, ben daha sıcağım!”

“Simidi Asmaltından alıyoruz abla ne olsun istiyon, fırından çıktığı gibi bu saate kadar olur mu hiç oradan buraya?”

“Bu, yalan beyanını meşru kılıyor yani, he?”

” Abla, sen bugün tersten kalktın herhal…”

Duraksadı. Adamı süzdü, elindeki simide baktı. Simit arabasının camındaki yazıyı okudu; “Simit 1.5TL”. Simitçi bir aslında kendince haklıydı. Sorgulamasının sahteliği ile yüzleşti. 

“Kusura bakma abisi. Bir simit daha ver sen bana.”

Simitçi poşete bir simit daha attı. Parayı alırken arka tarafı işaret etti. 

“Abla, şu arkadaki tezgah çay satar, laf aramızda fena da değildir hani. Sana layık değildir belki ama bu meret de kuru kuru boğazdan gitmez, anlarsın ya..” 

Anlamaz mıydı.. Teşekkür etti. Simitçi nidaları başında uçuşarak uzaklaşırken o gözden kaybolana dek izledi. Arkasına döndü; “Semaver çayı 2TL”. Gülümsedi. Simitlerini banka emanet edip çayını almaya gitti. 

Simitten bir parçayı kendine, üç parçayı güvercinlere pay ediyordu. İlk çayı bitmeden güvencin ordusu içinde kalmıştı. Daha önce güvercinlere hiç bu kadar yakın olmamıştı. Öyle çok ve yakınlardı ki, şehrin sesi susmuş sadece güvencilerin gurultuları sarmıştı etrafını ve huzur… Kimi ayağının dibine kadar sokulmuş, kimi bankta yanına oturmuştu. O banka neden oturduğu bile aklından çıkıp gitmişti. “Çayın bitmiştir abla, buyur…” Şaşkınlık içinde çaycının uzattığı çayı aldı. “Çok teşekkür ederim, nasıl makbule geçti.. Buyur.” Bozuklukları uzattı. Çaydan bir yudum aldı ve dünya öylesine güzelleşti ki. Yüzündeki gülümseme, güvercinleri izledikçe yayılıyordu. Uzun zamandır bu kadar mutlu hissetmediğini fark etti. 

Pardesüsünün fazla geldiğini hissettiğinde saatin on ikiyi geçtiğini fark etti. Neredeyse cebine girecek kadar yamacına yanaşmış güvercinleri rahatsız etmemek için usulca pardesüsünü çıkardı, ardına gelişigüzel iliştirdi. Bir anda oraya neden oturduğu geldi aklına, çeşmeye baktı. Gözleri doğru mu görüyordu?! Adam, karşısına dikilmiş, telefonu ile fotoğraflarını çekiyordu! Adam fark edildiğini anlayınca kadın ile göz göze geldi. Kadın hışımla yerinden kalkınca güvercinler de bir volkan misali havalandılar oldukları yerden. Kanatları minik bir kasırga gibi sardı kadını. Adam onun güvercinler arasından gelişini tedirginlik ve kararsızlıkla izledi. Adama bir adım kala durdu. Öfkeli gözleri adamın şaşkın bakışlarından ayrılmıyordu. Sonsuzluk hissi veren sessizliği adam bozdu; 

“Şey, özür  dilerim hanımefendi, ben izinsiz çektim gibi oldu ama inanın yüzünüz hiç belli olmuyor. Bakın, gösterebilirim isterseniz. 

“Dalga geçiyorsun benimle değil mi?”

“Hanımefendi neden dalga geçeyim sizinle? İnanın bakın..”

“Çek şunu gözümün önünden! Söyle, sen kimsin ve beni neden takip ediyorsun?!”

“Ne takibi? Ben neden takip edeyim ki sizi?! Kim olduğunuzu dahi bilmiyorum. İstanbul’a bile daha dün geldim.”

“Ne demek dün geldim?”

“Haha.. Dün geldim demek, ne olacak başka?”

“Bana yalan söyleme! Uzun zamandır buralarda dolandığını görmediğimi mi sanıyorsun?”

“Beni birisiyle fena şekilde karıştırıyorsunuz korkarım. Bakın bu biletim, dün geceye ait.”

“Bu çeşmenin yanından daha önce geçmedin mi yani?”

“Hayatımda ilk kez görüyorum.”

“Neden?”

“Neden mi? Pardon hanımefendi ama ne için sorguya çekiliyorum acaba? Fotoğraflarsa konu içiniz rahat etsin, siliyorum iyi bakın şimdi gözünüzün önünde!”

Adam seri olarak fotoğrafları silerken kadın adamın gözlerine kenetlenmişti. Acaba hata mı yapmıştı? Karşısında sandığı kişi yok muydu, sadece benzetmiş miydi? Adam fotoğrafları sildiğini kadına gösterdi. 

“Bakın! Sildim işte. Ve hatta çöpten bile sildim, bakın! Yoklar artık içiniz rahat edebilir. Özür dilerim, haklı olabilirsiniz, izin almalıydım ama o kadar uzaktan ben bile tam seçemiyorum, belli olmaz diye düşündüm. Altında oturduğunuz ağacın büyülü bir görüntüsü vardı ve onca güvercinle siz… Amacım rahatsızlık vermek değildi. Hanımefendi? İyi misiniz?”

Kadın yaşadığı duygu fırtınası ile soluk soluğa kalmıştı. Öyle ki bu fırtına gözlerinden taşmak üzereydi. Ne düşüneceğini, hissedeceğini, yapacağını bilemeden adamın önünde dikiliyordu yalnızca. İçinde kopan fırtınanın asıl sebebi neydi? Rezil olması mı yoksa adamın onu tanımamış olma ihtimali mi? Neden bu kadar incinmiş hissediyordu? Kaçamıyordu da! Görünmez bir pranga vurulmuştu ayağına. Sıktığı yumruklarının içinde tırnaklarının acısını hissettikçe dudakları daha da bükülüyordu.

“Hanımefendi..” Adamın eli kadına meyledince kadın sertçe adamın elini tuttu, avucunun içine yüzünü bastırdı. O an rüyasındaki tanıdık hisle sarmalandı. Mekan zaman içinde eriyip bir kaybolmuştu. Adam da donakalmıştı. Bir başka boyutta, yüzü adamın elleri arasında, gözleri buluşmuştu. Evet, o adamdı karşısındaki ve gerçekten farksızdı! Sonra o soğuk rüzgar başladı. Gözlerini açması ile adamdan ayrılması bir oldu. Öyle kaç dakika durduklarından emin değildi. İkisi de şokta gibiydi, ne olduğunu anlayamaz halde ve korkmuş gözlerle birbirlerine kenetlendi bakışları. Gözlerindeki fırtına mahsulünü verdi, damlalar süzülürken geriye çekilmeye başladı. Adamın eli ise havada kalmış, kafası karışmış görünüyordu. Kadına bakışında bariz fark vardı. Sanki bir şey söyleyecekti ama söyleyeceğine kendi bile inanmıyordu. Kadının adımları hızlanırken, “Dur!” diyebildi sadece ardından. 

Kadın eve kadar soluksuz koştu. Fırtınasıyla eve girip kapı arkasına çöktü. İş yerine yarın da işe gidemeyeceğini yazdı. Kafası, ruhu, kalbi karmakarışıktı. Tüm olanlar neydi? Daha önemlisi neden bu kadar kalbi kırık hissediyordu?! Terk edilmişlik hissi tarafından ele geçirilmiş gibiydi. İnsan hiç tanımadığı biri tarafından nasıl terk edilebilirdi ki?! 

Kendini azarladı; “Saçmalama! Toparlan, kendine gel! Neyin var senin? Reglim mi geldi nedir..” Duşa girdi. Bornozu ile yatakta uyuyakalması çok sürmedi..

O gece bir rüya daha gördü. Rüyasında ağacın altındaki bankta oturuyordu. Ağaç bugüne kadar gördüğü en güzel yeşilin rengindeydi ve sanki ışık saçıyordu. Bu tür ağaçlar çiçek açmamasına rağmen ağacın üzerinde daha önce hiç görmediği türden pembe tonlarında çiçekler vardı. Tuhaf şekilde çiçeklerin kendileri de sanki ağaç şeklindeydi. Etrafı sabahki gibi güvercinlerle doluydu ve hepsi rengarenkti! “Bu şüphesiz bir rüya..” diye geçirdi içinden. Hava güneşli olmasına rağmen sıcak değildi. Tatlı esintinin eşliğinde yaprak sesleri güvercin gurultuları ile düet yapıyordu sanki. Omzunda, kafasında, kucağında, avuçlarında ve hatta çıplak ayaklarının parmaklarına dahi güvercinler konmuştu. Sabahki gibi mutluydu. Güvercinler ile koyu bir muhabbetteydi ki yaklaşmakta olan adamı gördü. Adam gülümsüyordu, gelip hemen yanına oturdu. Yan yanaydılar. Aralarında bir güvercin mesafesi bile yoktu. İkisinin de elleri dizleriyle kavuşmuştu. Sükunetle ve gülümseyerek oturmaya devam ettiler. Güvercin sesleri arasında, birbirlerinin gittikçe eş zamanlı hale gelip ehlileşen kalp ritimlerini seçebiliyorlardı. Sessizliğin ahengine kapılmışlardı. Güvercinler heykel misali oturan bu kadın ve erkeğin her yerine tünemişlerdi. Sessizliği adam araladı; 

“Neden kaçtın?” 

“Bilmiyorum.”

“Biliyorsun.” Kadının kafası adama döndü. Doğan güneşin yumuşak ışıklarının adamın yüzünü ne kadar güzel aydınlattığını fark etti. Saçları güneş denizinde dalgalanıyor, gözleri ateş tuğlası gibi kor ve canlı görünüyordu. Bakışları bu kadar kararlı, derini görebilecekmiş hissi veren gözlerle karşılaşmamıştı daha önce. Kimdi bu adam? Nereden gelmişti ve neden sadece rüyalarında gerçekmiş gibiydi? Adam acelesiz, kadına çevirdi kafasını. Buluşunca göz bebekleri büyüdü ikisinin de. Sessizliği yine adam bozdu;

“Seni hatırlamamı bu kadar isterken neden kaçtın benden?” Kızılımsı çömlek rengi gözleri kadının dupduru yüzü ile doluydu. 

“Bilmiyorum…”

“Bildiğini biliyorum, sen de biliyorsun. Kaçma.” Kadının gözleri dizlerinde uzanan ellerine indi. Ellerini besleyen yeşil damarlarındaki kanın vücudunu dolaşmasını düşündü; o hiç farkında olmadan ve hatta hiç hissetmeden yol alan trilyonlarca kan hücresinin hiç yorulup yorulmadığını sordu kendine. Kendisi bile bu kadar yorulmuş iken onlar nasıl yorulmazlardı? Nebiha Teyze’yi düşündü, kuru, ince parmaklarını, kendisinden de çok yaşlanmış ellerini… 

Adam usulca kadının elini kavradı. Sıcaklığı kadının ruhuna yayılırken adamın gözlerine baktı, sanki evlerindeydi ikisi de, su gibi akıyorlardı birbirlerine. Parmakları birbirlerine kenetlenirken;

“Bizden kaçma.” dedi adam. Adamın sesiyle havalandı tüm güvercinler, kaçıştılar. Adamın kararlı elleri kadının yüzüne yayılan saçlarını toparladı. Göz göze geldiklerinde kadın artık gözlerinden süzülenleri tutamıyordu.

“Nasıl yapabileceğimi bilmiyorum.”

Adam eğilip öptü bir kuşun tüyünün tene değmesi gibi usul, yumuşak…

“Hatırlamak için kendine izin ver. Sen hatırladıkça ben de hatırlayacağım ve seni bulacağım yeniden.”

Kadın adamın göğsünde kaybolurken güvercinler etraflarında uçmaya başladılar. Öyle çoklardı ki güneşi kestiler adeta.

Sabah olmuş ve alarm yine çalmıştı. “Artık işe gitmeliyim” diye düşündü. Kalkıp hazırlandı. Evden çıkmak için kapıyı açmıştı ki Nebiha Teyze’yi buldu karşısında. “Nebiha Teyze gelmişsin! Hoşgeldin! ” diye haykırarak boynuna atladı. Yaşlı kadın şaşkınlıktan donakaldı bir kaç saniye, sonra da gülmeye başladı.

“Aman kızım dur, düşcez şimdi gerisin geri! Gece geç geldim

“Haber verseydin keşke seni almaya gelirdim!”

“Sağolasın kızım. Vefat eden aile dostumuzun oğlu getirdi sağolsun beni buraya. O da buralarda yaşıyormuş, cenaze için gelmiş memlekete, dönerken beni de aldı sağolsun.”

“Anladım, iyi olmuş aslında tabi otobüsle daha yorucu olurdu, sevindim.”

“Oldu tabi olmaz mıı.. Hem de pırlanta gibi çocuk, boylu poslu, işinde, tahsilli. Evlilik geçirmiş ama olsun ardında kazıntısı yok.”

“Kazıntı mı?”

“Çoluk çocuk diyorum kızım, çöpsüz üzüm. Nasıl da efendi görsen, yaşı da sana yakın.”

“Nebiha Teyze ne diyosun sen Allah aşkına!? Ben de durdum saf saf dinliyorum seni.”

“Kızım neden öyle diyorsun, bak hayat pat diye geçiveriyor, yaşın da maşallah artık, fena mı? Ben senden bahsettim zaten çocuğa.”

“Ay Nebiha Teyze naptın sen?! Tanımadığım adama rezil ettin beni aşkolsun ya! Bak valla konuşmayı kesicem seninle bu yüzden artık.”

“Aman kızım sana da iyilik yaramıyor ki..”

“Nebiha Teyze, geliyor musun?”

Adamın cümlesi kadının kulaklarında yankılanırken sesin nereden geldiğini idrak etmeye çalışıyordu. “Bu ses!” diye geçirdi içinden. O an merdivenlerden yukarı uzanan kafayı görmesiyle “Hayır!” çığlığı atıp eve kaçması bir oldu.

“Ay noldu kızım iyi misin? Yavrum korkma, sana bahsettiğim arkadaşımın oğlu. Gece geç gelince yorgunlukla salmadım bende yattı. Kızım açsana kapıyı ama ne ayıp…”

“Nebiha Teyze hayırdır ne oldu, gelmedin. Seni hastaneye bıraktıktan sonra eve uğramam lazım ofise geçmeden, çıkalım mı artık?”

Nebiha Teyze çaresizlikle kapanan kapıya baktı. “Çıkalım evladım çıkalım, haydi.”

Onlar merdivenden inerlerken, kapının deliğinden, o tanıdık dalgalı saçlar gözden kaybolana kadar gözetlemeye devam etti. 

 

***devam ediyor.

 

Bir cevap yazın